İş hukuku ilk olarak Avrupa’da sanayileşmenin ortaya çıkardığı çalışma koşullarının ürünü olarak doğmuştur.
Kendiliğinden ortaya çıkmamıştır. Uzun çalışma saatlerine, düşük ücretlere, işsizliğe, iş kazalarında yaşamların yitirilmesine, sakat kalmalara, sosyal dengesizliklere, ahlaki çöküntü ve yozlaşmalara karşı işçi sınıfının başkaldırısını dizginlemek için var edilmiştir.
İş hukukunu var eden işçilerin başkaldırısıdır.
Her hukuk dalında olduğu gibi iş hukuku da özünde tercih edilmiş bir hukuk politikasına dayanır. İşçiler kapitalist sistemi sarsan eylemleri ile devleti bir hukuk politikası belirlemeye, bu politika içerisinde bir tercih yapmaya zorlamışlardır.
Sanayi devrimi sonrasının devleti kapitalizmi korumak için işçiye ödün vermek, işçiyi koruyacak bir hukuk yaratmak zorunda kalmıştır. Bu nedenle Avrupa hukuklarında iş hukuku işçilerin korunması hukuku olarak kabul edilmiştir. İş yasaları güçsüz işçiyi koruyarak düzeni ve barışı sürekli kılmayı amaç edinmiştir.
Daha açık anlatımla, Avrupa, işçilerin sömürüye razı olmaları koşuluyla emeğin yağmasını iş hukuku aracılığı ile durdurmak için iş hukukunu yaratmıştır. İş hukukunun öznesi işçi, amacı işçinin korunması, konusu, işçiyi nasıl korurum sorusuna yanıt bulunmasıdır.
Türkiye’de ise iş hukuku, işçilerin sistemi tehdit edecek düzeyde bir başkaldırısı, hatta bu başkaldırıyı gündemine alacak işçi sınıfı yeteri kadar oluşmadan ortaya çıkmıştır.
Türkiye’de iş hukukunu var eden işçilerin baskısı değil, işçilerin ileride baskı yapabileceğinden, bu baskının sınıf kavgasına dönüşebileceğinden duyulan korkudur.
İşçilerin sınıf bilinciyle hareket ederek, grev hakları üzerinden hak almak isteyebileceklerinden duyulan korku 3008 sayılı ilk İş Yasası’nın Meclis görüşmelerine somut ifadelerle yansımıştır.
Bu korku nedeniyle iş yasası, rejim kanunu olarak tanımlanmıştır. 1936 yılında iktidar olan CHP Genel Sekreteri Recep Peker’e göre:
“…işte yeni çıkarmakta olduğumuz İş Kanunu devletin esaslı kanunlarından bir rejim kanunudur. Bu kanunla Türkiye’de iş hayatı yeni rejimimizin istediği ahenk ve anlaşma yoluna girecektir.”
Devlet iş yasasından sınıf cereyanlarının önüne geçmesini beklemekte bunu da Recep Peker’in ağzından açıkça ifade etmektedir:
“Arkadaşlar, yeni İş Kanunu sınıfcılık şuurunun doğmasına ve yaşamasına imkan verici hava bulutlarını ortadan silip süpürecektir. Bu kanunla milli hayatın iş alanında muvazene kurulacaktır.”
3008 sayılı iş yasasının görüşüldüğü Mecliste konuşmacaların en çok vurguladığı kavram “ahenk” ve “muvazene” kavramlarıdır.
3008 sayılı Yasa’yı kabul eden Meclise göre iş yasası işçilerin grev yapmasını, sınıf bilincine ulaşmalarını engelleyecek işçi ve işverenler arasında ahenk yaratacak ve muvazene kuracaktır:
“Binaenaleyh bundan sonra orta yerde ne patronun ameleye karşı ve ne de amelenin kendileriyle beraber iş yapan adamlar üzerinde grev yapmak suretile tahakkümleri mevzubahs olacaktır. Bu programımızın tanzim ettiği, emrettiği ve sınıflar arasındaki ahengi tam manasile temin yolundaki kanunların hakikaten en mükemmelidir.”
3008 sayılı İş Yasası’na hakim olan “ahenk” ve “muvazene” fikri 931 ve 1475 sayılı Yasaların gerekçesinde “dengeye” dönüşmüştür. Bu kez iktidarda Adalet Partisi vardır, Adalet Partisi sözcüsüne göre:
“Muhterem arkadaşlar; teferruata girmeden arza çalıştığımız bu yenilikleri ile görüşülmekte olan İş Kanunu tasarısı kanunlaştığı takdirde işçi ve iş veren münasebetleri dengeli bir şekilde tanzim edilmiş̧ olacaktır.”
İşverenler iş hukukunun denge veya muvazene üzerinden tanımlanmasını çok sevmişlerdir. Zamanın Türkiye İşveren Sendikaları Genel Sekreteri Bülent Pirler’e göre “İş Yasası, ne işçinin ne de işverenin lehine bir İş Yasası. Çünkü, iş yasaları, gerçekten denge yasaları olması gereken yasalardır.”
Üstelik işverenler bu dengenin işverenler aleyhine bozulduğunu, iş hukukunda işletme odaklı düşünmenin zamanın geldiğini, 1475 sayılı İş Yasası’nın içerdiği katı hükümlerle esneklik gereksinimlerine yanıt vermediğini ileri sürerek, esneklik gereksinimine uygun iş hukuku talebini her vesileyle gündeme getirmişlerdir.
İşverenlerin esneklik talebi karşılığını bulmuş, 1475 sayılı İş Yasası’nı yürürlükten kaldıran 4857 sayılı İş Yasası gerekçesinde yeni bir iş yasası hazırlamanın nedenleri arasına esneklik gereksinimi de almıştır. 4857 sayılı İş Yasası’nın gerekçesine göre:
“Türkiye Cumhuriyetinin iş hukuku alanındaki yetmiş yıla yaklaşan birikimi, uygulamada karşılaşılan sorunlar, esnekleşme gereksinimi, Avrupa Birliği ve Uluslararası Çalışma Örgütü normlarına uyum sağlama zorunluluğu mevcut İş Kanunu’nda bazı değişiklikler yapılması yerine yeni bir iş yasasının hazırlanmasını zorunlu kılmıştır.”
Esneklik gereksinimine yanıt vermesi için çıkartılan iş yasası da artık işveren çıkarları açısından yeterli görülmemektedir. İş yargısının işverenler ve yasa koyucu kadar iş hukukunu denge hukuku olarak görmemesi, işçi lehine yorum ilkesinin halen yargı kararlarına yansıması, işverenleri daha radikal bir adım atmaya itmiş, iş uyuşmazlıklarında zorunlu ara buluculuk uygulamasıyla, iş yargısını da devre dışı bırakan “işçisiz iş hukuku dönemini” başlatmışlardır.
Tekrar başa dönersek, her hukuk dalında olduğu gibi iş hukuku da özünde tercih edilmiş bir hukuk politikasına dayanır. Bu tercihi belirleyen, şekillendiren ise işçilerin artık iş hukukunun bir öznesi olarak sahneye çıkıp çıkmamaları olacaktır. Eğer işçiler sahneye çıkıp hakları için mücadele etmezlerse, “işçisiz iş hukuku” politik bir tercih olarak çalışma yaşamını şekillendirmeye devam edecektir. Aksine, işçiler yeniden iş hukukunun öznesi olarak mücadele ederlerse hakları için verdikleri mücadele oranında işçilerin iş hukuku yeniden şekillenecektir.
10 Eylül 2019, Adaletin İş Yüzü, Evrensel Gazetesi