“Mazlum geldim mazlum gidiyorum. Gelinlerin en kıymetsiz olduğu dönemde gelin oldum, yaşlıların insan yerine konulmadığı dönemde de yaşlı.”
Yaşlı kadın kendisine gülen torunlarına sitemle bakıp, elleriyle dizlerine bastırarak yerinden kalktı, ayaklarını sürüye sürüye banyoya yöneldi. “Kadersiz başım” diye kendi kendine söylendi.
Torunlar ne yaşlı kadının gözlerindeki sitemi fark etmişler ne de mırıldanarak söylediklerini duymuşlardı. Onların dikkati, oyuncaklarıyla oynayan ufaklığa yönelmişti. Çocuğun amcası gülerek çocuğa seslendi: “Söyle bakalım oğlum, Asuman teyzen nasıl gülüyor?” Oyununa dalmış çocuk aldırmayınca çocuğun önüne eğilerek sorusunu tekrarladı. Çocuk başını kaldırdı adama baktı, sonra başını hafifçe eğip yüzünü buruşturarak “kah kah” diye Asuman teyzenin gülüşünü taklit etti. Odada bulunanlar kahkahayla güldüler.
Çocuğa taklit yaptıran amca ise bir yandan gülmesini sürdürüp bir yandan da anlatmaya başladı. “Bu çocuk çok acayip ya, geçen gün Asuman teyzesinin karşısına geçip Asuman teyze sen böyle gülüyorsun diye taklidini yapmaz mı, biz utandık, kadın mosmor morardı.”
Yaşlı kadın banyoda abdest alırken hüzünle akıp giden yaşamını, karşılaştığı fırtınaları düşünüyordu. “Kadersiz başım” diye yeniden söylendi.
Bir insan ömründe yaşanacak ne kadar zorluk varsa hepsini yaşamıştı. Babasını anımsamayacak kadar küçükken kaybetmiş, öksüz büyümenin ne olduğunu anlamıştı. Eşini kaybetmiş, bu kez öksüz büyütmenin, üstelik genç bir dul kadın olarak öksüz büyütmenin ne demek olduğunu öğrenmişti. Yoksulluğu, çaresizliği, hayırsız evlat derdini, el kahrını, dedikodu yapmanın dışında bir derdine ilaç olmayan akraba dırdırını, yoksunluklarının acısını kendisine isyan ederek çıkartan genç kızlarının ergenlik isyanlarını, onları başlarına bir şey gelmeden yerlerine yerleştirme korkusunu yaşamıştı. İyi kötü hepsinin bir yuva kurup çoluğa çocuğa karışmalarını sağlamış, kendisi de iki odalı küçücük evine çekilmiş yalnızlığını yaşıyor, ara sıra çocuklarının, torunlarının yanına geliyordu.
Zaman kötü olmuştu. Her gün akşama kadar yalnızlığını paylaştığı televizyonda gördüklerinden korkuyor, çocuklarını, torunlarını kötü zamanın kötü etkileri karşısında uyarmaya çalışıyordu. Torunları ise onu sadece gülerek karşılıyor, söylediklerini ciddiye dahi almıyordu.
Aklına kendi babaannesi, kayınvalidesi geldi. Genç bir gelin olarak kimsenin ne düşündüğünü merak edip sorma gereği duymadıkları dönemlerde, babaannesi ve kayınvalidesinin tartışılmaz otoritelerine özenir, onların istediklerini yüksek perdeden diledikleri gibi söyleyip dediklerini yaptırmalarına, herkesin gelip onlara bir şeyler danışmalarına gıptayla bakardı. Bir gün ben de yaşlandığımda onlar gibi sözü dinlenir birisi olacağım diye düşünerek zamanının gelmesini beklerdi.
Çocuklar o zamanlar eğlencelik değildi. Teyzelerin taklidi yaptırılarak gülünmez, çocuğa çocuk gibi davranılırdı. Yedirdin içirdin mi verirsin yaşına göre önüne bir iş ya da kendi emsalleriyle oynar, büyüğüne büyük gibi davranmayı öğrenir, şımartılmaz, işe yaradıkça övülürdü.
Gün görmüş, başından iş geçmiş yaşlılar ise “akıldane” olarak kabul edilir, yaşamın onlara öğrettiklerini gençlerle paylaşarak yol gösterirlerdi. Saçlar ağarıp, bel büküldükçe onları terk eden güçlerinin yerine yaşarken biriktirdikleri bilginin, görgünün gücü geçer, bilgileriyle kabul görürlerdi. Yaşlılar, hakim olur, uyuşmazlık çözer, yaşlılar mendil olur akan göz yaşlarını silerlerdi. Gençler yaşlılardan hicap duyar, gençliğin heyecanı, deneyimsizliğiyle yaptıklarının doğru olup olmadığını yaşlıların tepkisiyle sınarlardı.
“Zaman azdı” dedi yaşlı kadın, “zaman azdı.” Aslında kendi zamanında da zamanın azmasından yakınıldığını hatırladı. “Demek ki bu da kader. Gelen zaman gideni her zaman aratıyormuş” dedi.
Dalgın halini ilk olarak kızı fark etti. “Hayrola anne, daldın yine” deyince, yaşlı kadın “İhtiyarlama kızım, sakın ihtiyarlama, bu zamanda ihtiyarlık beter iş oldu.”
Kızı “Olur mu anne” diye araya girmeye çalışınca sözünü kesip devam etti: “Sen de elden ayaktan düşüp yarım olduğunda bu dediğimin ne anlama geldiğini anlayacaksın, sen de bir gün varken yok sayılmanın, tükettiğin bir ömre beş para değer biçilmemenin ne acı oluğunu göreceksin.”
Dönüp namazlasını kıbleye doğru sererek namaza durdu.
Kızı, “Bu annem de yaşlandıkça çocuktan beter oldu. Allah’a şükür aç değilsin açıkta değilsin, çoluğun çocuğunla torunlarınla bir aradasın, otur keyfini çıkar” diye söylendi.
Kızı da yaşlandı. Annesini hatırlayarak geçti günleri. Yaşlılığın bir eksiklik, bir yetersizlik olmadığını, insan ömrünün zorunlu bir aşaması olduğunu, bir ömür biriktirilen deneyimin en azından gazetelerin “Güzin Abla” köşelerinden daha anlamlı deneyimler aktarabileceğini, insanın çocukluk döneminde de yaşlılık döneminde de eğlencelik bir varlık olmadığını, önemsenmek, ciddiye alınmak istediğini, biriktirdiklerine, emeklerine değer verildiğini görmek, hissetmek istediğini anladı.
Anladığında annesi mezarda çoktan toprak olmuş, kendisinde de mezara gidecek güç kalmamıştı. “Kadersiz annem ne kadar doğru söylüyormuş” diye ağlayabildi yalnızca.
Asuman teyzenin isyan ettiği, kötü olduğunu düşündüğü zaman sanayi toplumunun kendi değerlerini dayattığı, adına Modern Çağ denilen dönemdir.
Yaşlılara sadece çalışma yeteneklerine göre değer vermek sanayi toplumunun getirdiği acımasız bir yaklaşımdır.
Çalışmayı kutsayıp, çalışamayanı dışlayan kapitalizmin bu acımasızlığı, yaşlılığı sosyal bir risk olarak ele alan sosyal güvenlik sistemi aracılığıyla hafifletilmek istenmiştir. Yaşlandıklarında çalışmadıkları için gelir yoksunluğu yaşayan yaşlıların gelir yoksunluklarının sosyal güvenlik sistemi üzerinden giderilmesi kuşkusuz çok önemlidir ancak asla yeterli değildir, yeterli olmamıştır.
Bazı gelişmiş ülkelerde son dönemlerde görülmeye başlanan kreşlerin yaşlılar yurduna yakın yerlere yapılması, çocuklarla yaşlıları ortak mekanlarda bir araya getirmeye dönük sosyal projeler, yaşlıları olabildiğinde kendi çevrelerinden koparmadan yaşatmaya dönük çalışmalar, gelir eksikliğini gidermenin yetmediği gerçeğinden hareketle uygulanmaya başlamıştır.
Sosyal güvenlik sistemi, yaşlıların kimseye muhtaç olmadan yaşamalarını sürdürecek bir geliri elbette garanti etmelidir. Bu ilk adımdır, bu adımı yaşlıların gençliklerinde kendilerini nasıl hissediyorlarsa o şekilde hissetmelerini sağlayacak bir ortam yaratmak sosyal güvenlik sistemlerinin görevidir. Sosyal güvenlik sistemlerinin gelişimini beklemeden yaşlıların yaşamlarına renk katmak onları iyi hissettirmek, bizlere görevlerini tamamlamış kuşağa karşı borcunuzdur. Yeter ki yaşlılığı bir eksiklik olarak görmeyelim.
13 Mart 2019, Adaletin İş Yüzü, Evrensel Gazetesi