Çalışma yaşamının iki yüzü vardır. Birinci yüzünde yasalar, yasaların yaptığı tanımlar, yükümlükler, haklar ve borçlar yer alır.
Çalışma yaşamının ikinci yüzü ise yasaların, yasal tanımların anlamını yitirdiği, yasal haklara referans verenlerin alay konusu olduğu, sadece işlerini yitirmemek için hak sahibi olanların haklarından vazgeçtikleri ilişkilerden oluşur.
Çalışma yaşamını birinci yüzü kağıt üzerindedir. Çalışma yaşamında asıl olan, gerçek olan ikinci yüzde yer alan ilişkilerdir.
İşin acı yanı, herkes yasaların kağıt üzerine kaldığını bilir, ancak iş mahkemeye düştüğünde kağıt üzerinde olan gerçekmiş gibi kabul edilip, aksini, yani gerçek olanı işçinin kanıtlaması istenir.
Yasa, işçi ile işveren arasındaki ilişkiyi, her ikisinin de özgür iradelerinin uyuşmasıyla oluşan iş sözleşmesi üzerinden tanımlar.
İş yasası iş sözleşmesine dayanarak çalışan gerçek kişiye işçi, işçinin bağımlı olarak iş görmeyi, işvereninde ücret ödemeyi kabul ettiği sözleşmeye de “iş sözleşmesi” der.
Oysa çalışma yaşamının ikinci yüzünde yer alan işçi yasanın tanımladığı işçi değildir.
Gerçek yaşamda işçi, “Yerin altında ölüm üstünde açlık var” diyerek, hakkını hukukunu arama lüksüne sahip olmadan yer altına girmek zorunda kalan gerçek kişidir.
İşçi, tutulduğu meslek hastalığının tespitini, “Bir daha iş bulamam sicilime işlenir” diye gizlemek zorunda olan gerçek kişidir.
İşçi, iş bulabilmek için onlarca kişiyi torpil olarak araya koymak zorunda olan, işe girerken onlarca kağıdı okumadan iş bulduğuna şükrederek imzalayan kişidir.
İşçi, her ne kadar gerçek kişi olarak hakları olduğu yasal düzlemde kabul edilse de onuru, kişiliği, yasalarla güvence altına alınmış olsa da işyerinde, işveren veya işveren vekillerinin, buyurgan, kaba, üstenci, kırıcı dilini olağan karşılamak zorunda olan kişidir.
İşçi, anayasal güvence altında olduğu söylenen sendika hakkını kullandığı için bir günde kapının önüne konulan gerçek kişidir.
İşçi, sendikal faaliyet nedeniyle işten atıldığı için fabrika kapısında direnen arkadaşlarıyla göz göze gelmekten utanan, bu utanç nedeniyle kaçarcasına servis aracına binmek ve kafasını eğerek beklemek zorunda kalan kişidir.
Çalışma yaşamında işverenin de iki farklı tanımı vardır. İş yasasında tanımlanan işverenle gerçek yaşamda işçiyle muhatap olan işveren birbirine benzemez.
İşveren yasa tarafından işçi çalıştıran gerçek veya tüzel kişi olarak tanımlanmış olsa da bu tanım eksiktir.
İşveren yasada yazmasa da kendisini işçiye iş vererek onun karnını doymasına neden olan kişi olarak gören, kendisine minnet duyulmasını isteyen kişidir.
Yasa işverenin yönetim hakkının sınırsız olmadığını belirtse de işyerinde mutlak iktidarı elinde tutan, yasaya uymayı zaaf olarak gören, sipariş ve piyasa koşulları ne gerektiriyorsa onu yapmayı emretme hakkını kendisinde gören tek otoritedir.
İşveren vekilleri iş yasasına göre bağımlı çalışanlar olsa da gerçek yaşamda işveren otoritesini kendi kişiliğinde somutladığına inanan kraldan çok kralcı kişidir.
Yasa işyeri işin yapıldığı yerdir dese de geçek yaşamda işyeri, işçinin kapısından içeri girdiği andan itibaren tüm yurttaşlık haklarını kapının dışında bıraktığı yerdir.
İşyeri işçinin özgürlüklerinin hem yasal olarak hem fiilen sona erdiği yerdir.
Sanayi devriminin en acımasızca hükmünü yürüttüğü dönemde işyeri için Marx “Burjuvazinin, proletaryaya bağladığı tutsaklık, hiçbir yerde fabrika sisteminden daha açıkça gün ışığına çıkmamıştır. Burada bütün özgürlükler hem yasada ve hem de gerçekte sona erer” demiştir.
ABD’li bir araştırmacı olan Birnbaum işe girip çalışmaya başlayan ABD işçileri 1998 yılında şöyle tanımlar: “Amerikalılar çalışırken yurttaşlık haklarını emanet ya da teslim etmiş gibi davranmakta, başka bir deyişle iş hayatında bu haklardan feragat etmektedirler.”*
Fabrikalar işçilerin tutsak alındığı mekanlardır. Bu öyle bir tutsaklıktır ki işçi yasal yükümlüklerini yerine getirse de getirmese de işverenin keyfine göre her an suçlu ilan edilebilir.
Yasa işçiye iş kazalarına neden olabilecek arızaları, riskleri işverene bildirme yükümlüğü getirmiştir. İşçi makinenin basınç sensörü bozulmuş, tamir gerekir diye yasal yükümlülüğünü yerine getirip işverene gerekli bildirimi yapar. İşveren aldırmaz. İşçi bu durumu tutanak altına alıp olası bir iş kazasında sorumluluk kabul etmiyorum diye tutanak tutar. Tutanağın işverene verildiği günün ertesi günü tazminatsız işten çıkartılır. Üretim Müdürü sensörün bozulmasının üretime bir zararı yoktu diye açıklar.
İşçi “Çalışan makineye kaynak atılmaz” der, üretimi yavaşlattığı için savunması istenir.
İşverenin işçiye işi görmesi için verdiği merdivenin pabucu yoktur. Kayma riski yüksektir. İşçi sesini çıkartmaz . Merdiven işçi üstündeyken kayar. İşçinin beli kırılır. Bilirkişi, işçi için “Aklı başında, yetişkin bir insan olarak merdivenin pabucu olmadığında kayacağını öngörmeli, pabuçsuz merdivene çıkmayı kabul etmemeliydi işçi yüzde 50 kusurludur” der.
İşçinin aklı başında riskleri öngörebilecek çağda olması her zaman başına bela olmuştur. İşverenin işçi sağlığı iş güvenliği önlemlerinin hiç birisini almadığını saptayan bilirkişiler yine de işçinin aklı başında riskleri öngörecek durumda olması nedeniyle en az yüzde 30 kusur vermeyi olmazsa olmaz bir ilke haline getirmişlerdir. Alınmayan önlemlere uymadığı için işçi kusurlu bulunur.
İşçinin çalıştığı iş ve işyeri değiştirilir. İşçi öğrendiği, alıştığı işte çalışmak istediğini, kendisini verdikleri yeni işi yapamadığını, yeteneklerine uygun olmayan sevmediği bir işte işi seven bir işçiye göre daha fazla dikkat ve özen göstermek zorunda kaldığını, sürekli hata yapmaktan korktuğunu, strese girdiğini anlatmaya çalışır. İşveren sen bilirisin der, iş sözleşmesinde iş ve işyeri değişikliğini kabul etmişsin. İster çalış ister çalışma. İşçi işi kabul etmezse iş sözleşmesinde okumadan imza atmak zorunda kaldığı maddeyi önüne koyarlar. “Sen bu madde ile işverenin genişletilmiş yönetim hakkını kabul etmişsin sonuçlarına da katlanacaksın” derler.
İşçinin işe girdiği an içine düştüğü bu tutsaklığın, işverenle karşılıklı haklar ve borçlara sahip eşit sözleşme tarafları haline dönüşmesi için, İş yargılamasının, çalışma yaşamının yasalarla gizlenen gerçek yüzünü görerek karar oluşturması zorunludur. İş yargısı işçinin iş sözleşmesinin kuruluş ve işin devamı aşamasında irade özgürlüğünün bulunmadığını çalışma yaşamının maddi gerçekliği olarak kabul etmelidir.Bu kabule bağlı olarak işçiye imzalattırılan iş sözleşmesi vb. belgeleri geçerli kabul etmemelidir.
Yasa koyucu, bir nebze olsun işçiyi korumak istiyorsa işe girerken, çalışırken tutsak işlemi gören işçinin bir de işten çıkartıldığında haklarından vazgeçmek zorunda kaldığı ara buluculuk kurumundan vazgeçmeli, işçinin irade özgürlüğüne güvence getirecek kurumları yaratmaya odaklanmalıdır.
İşçilerin ara buluculuğa değil, işyerinde işçinin özgür iradesiyle seçtiği, etkin bir korumadan yaralanan işçi temsilciliğine gereksinimi vardır.
İşçinin ihtiyacı ara buluculuk üzerinden haklarının gasbı değil, işçinin gücüne dayanan işçinin iradesini yansıtan, hükümetten, işverenden bağımsız, işçileri temsil yeteneğine sahip, sendikalardır.
*Birnbaum, N. (1998), “Sosyal Güvenliğin Geleceği: Rekabet mi Dayanışma mı?” Avrupa’da Sosyal Koruma Değişim ve Sorunlar, Ankara: Türk Harb-İş Yayını s. 438
28 Mart 2018 / Adaletin İş Yüzü / Evrensel Gazetesi