Bu hafta işçi temsilciliğinin Türk hukukunda yeri var mıdır, gerekli midir sorularını tartışmaya çalışarak bu uzun yazıya nokta koyacağız.
İşvereni Denetlemek İçin İşçi Temsilciliği
Bireysel iş hukukunun diliyle konuşacak olursak: İşçi, ücret karşılığı işverenin emir ve talimatlarıyla iş yapan kişidir. İşveren işçi çalıştıran gerçek veya tüzel kişidir. İşçi ve işveren arasında karşılıklı hak ve borçları düzenleyen sözleşme iş sözleşmesidir.
İşverenin işçiye emir ve talimat verme hakkına yönetim hakkı, işçinin işi işverenin emir ve talimatlarına uygun yapma yükümlüğüne de bağımlılık denilmiştir.
İşçi bağımlı çalıştığı, çalışmak zorunda olduğu için işçidir. Bağımlı çalışmayan bir kimse ücret karşılığı çalışsa da işçi değildir.
Emir ve talimat verme hakkı olan işveren işçi karşısında kendi koşullarını ona dayatacak kadar güçlüdür. Ekonomik olarak güçlüdür sosyal olarak güçlüdür. Güçlü işveren karşısında güçsüz işçinin korunması bireysel iş hukukunun konusunu oluşturur.
İş yasaları önemli ölçüde işyerinde işverenin yönetim hakkını sınırlandıran hükümlerdir. Aslında işverenin yönetim hakkının konusunu işin teknik yürütümü açısından zorunlu olan emir ve talimatlar oluşturur. Yani işveren işçiye şu saatte işe geleceksin, şu makinede çalışacaksın, makinede 10 No’lu ürünü üreteceksin gibi işin teknik boyutu ve yürütümü ile sınırlı emir ve talimat verme hakkına sahiptir.
İşverenler yönetim haklarının sınırlarını sürekli genişletme, gözetim borcunu ise olanaklı oldukça görmezlikten gelme eğilimindedir.
Yönetim hakkı işverenin işçiyi gözetme borcu ile sınırlandırılmıştır. Bu nedenle işveren işçiye örneğin “günde 11 saatten, haftada 45 saatten fazla çalışmak zorundasın, işine geliyorsa” diyememelidir. Derler. Daha da beterini yaparlar. İşyerinde işveren ve işveren vekilleri işçiye karşı üst perdeden buyurgan bir dil kullanmayı kendilerinde bir hak olarak görürler. Üst perdeden dile gelen, kibirli, buyurgan bu dil işçiye kendini işveren ve işveren vekilleri karşısında değersiz hissettirir.
İşçi de kendisini aşağılayan bu dili de işverenin “işine geliyorsa” diye başlayan restlerini de ne yazık ki doğal görmeye başlar. İşverenler her şeyi hak eden, ulaşılmaz, ayrıcalıklı insanlardır. İşçiler ise sınırlı yetenekleriyle ulaşabildikleri yaşam standardına, iş bulmalarına şükretmeye mahkum zavallılar. En fazla dişlerini sıkarlar. Öfkelerini homurdanarak ya da kimsenin duymayacağı yerde küfrederek dışa vurmak zorunda kalırlar.
Oysa işverenin buyurgan bir dil kullanması da bu dille işçiyi aşağılaması da, “işine geliyorsa, gelmiyorsa çek git” demesi de işverenin hakkı değildir. İşveren tüm bunları yaparken yönetim hakkını sınırlandıran yasalara karşı geliyordur. Yasaları yaptırımları caydırıcı olmadığı için, nasıl olsa kimse yasalara uymadığımı kanıtlayamaz diye güvendiği için çiğniyordur.
Bugün ülkemizde her işveren ama her işveren az ya da çok iş yasalarını çiğnemekte, iş yasalarına uymamaktadır. Hiçbir işverende iş yasalarına uymadığı için utanmamaktadır. İş yasasına uymayan hiçbir işveren iş yasasına uymadığı için kendini vicdanen suçlu hissetmemektedir. Ben yasalara aykırı davranan bir insanım diye utançtan boyun bükmemektedir. Aksine yasalara uymayan işverenler kasım kasım kasılarak küçük dağları ben yarattım edasıyla gezmekte, gezebilmekte ve toplumdan saygı görmektedir.
İşyerinde sendika seçme özgürlüğünü kullandığı gerekçesiyle yüzlerce işçiyi işten attığı için utanan, işyerinde beli sakatlanan, meslek hastalığına yakalanan her işçi bir bahaneyle işten attığı için üzülen, ben yasalara uymuyorum suçluyum diyen bir işveren göremezsiniz. Aksine iş yasasına aykırı olarak yaptıkları her şeyi kendilerine hak gören, saygı bekleyen ve saygıya da gören işverenlerle karşılaşırsınız.
İşçi temsilciliği tüm bu sorunları çözen kurum değildir. Fakat en azından işyerlerinde ne olup bittiğini gösteren bir kurumdur. İşçi temsilcisi işverenin yönetim hakkını sınırlandıran, emir ve talimatların işin teknik yürütümüyle sınırlı kalmasını sağlayan kuralların uygulanmasını denetler, işverenin işçiyi gözetme borcuna aykırı davrandığı durumları saptayıp görünür kılar.
İşçi Temsilciliğinin Hukuki Dayanağı Vardır
Geçerken belirtelim; 4857 sayılı iş yasası tasarı aşamasında işçi temsilciliği kurumuna yer vermişti. Sendikaların işçi temsilciliğini, sendikal örgütlenmede kendilerine rakip olacağı endişesiyle hareket etmişlerdir. 4857 sayılı yasa Mecliste görüşülürken sendikalar yapmış oldukları kulis çalışmaları sonucu tasarıdan işçi temsilciliğini düzenleyen maddenin çıkartılmasını sağlamışlardır. İş Yasasında işçi temsilciliği düzenlenmemiştir. İş Yasasında işçi temsilciliğinin düzenlenmemiş olması, işçi temsilciliğinin hukuki dayanağının bulunmadığı anlamına gelmez.
İşçilerin kendi aralarında temsilci seçmeleri, demokratik bir haktır. İşveren işçilerin bu demokratik hakkına saygı duymak zorundadır.
İşçi temsilcilerinin “etkin bir korumadan” yaralanma haklarının altını çizen ILO 135 sayılı sözleşme bir diğer hukuki dayanaktır. Bilindiği gibi temel insan haklarına ilişkin uluslararası sözleşmelerle iç hukuk çeliştiğinde anayasanın 90 maddesi uyarınca uluslararası sözleşme uygulanmak zorundadır.
İç hukukta hiç düzenleme yapılmamış bir konuyu uluslararası sözleşeme düzenliyorsa artık iç hukukla çelişip çelişmemesine bakılmaksızın uluslararası sözleşme uygulanacaktır. Dolayısıyla 135 sayılı ILO Sözleşmesi işçi temsilciliğinin hem hukuki dayanağı hem de güvencesidir.
İşçi Temsilciliği Sendikaların Yüzünü İşçiye Döndürecektir
İşçi temsilciliğine ilişkin ilk yazdığım yazıya bir okurumuz yorum yazmış diyor ki: “Temsilcilik olsa ne olur ki. Biz sendikalıyız temsilciliklerimiz de var ama dediklerinizin hepsini yaşıyoruz. Sendikalar işçi sendikası olmaktan çıkmışlar. Patron yalakalığı yapıyorlar.”
Eğer sendikalar işçi sendikası olmaktan çıkmışsa, eğer sendikalar işyerinde İş Yasasını uygulatmakta dahi aciz kalıyorlarsa, ya o sendikanın işyerinde işvereni etkileyecek oranda gücü yoktur ya da o sendika o işyerinde işveren icazeti ile yetkili sendika olmuştur. Birinci duruma yüzde 51 sendikaları diyoruz. TİS yetkisi alacak kadar üye yapmasına ses çıkartılmayan ama asla etkili bir güç olacak kadar üye yapmasına izin verilmeyen sendikalar. İkinci grupta yer alanlara sendika dahi dememek lazımdır. İşverenden ve devletten bağımsız olmayan bir örgüte adı sendika da olsa hukuken sendika demek olanaklı değildir. Hakimin hangi sendikaya üye olduğunu sorduğu işveren tanığı işçi, bu soruya “işyerimizin sendikasına” diye yanıt veriyorsa, orada sendika yoktur.
12 Eylül 1980 sonrası sendikal yaşamı şekillendiren 2821 ve 2822 sayılı yasalar, yüzde 51 sendikası olmayı, işveren icazetiyle yetki alan sendika olmayı kabul etmeyen sendikalara yaşam hakkı vermeyecek şekilde kurgulanmışlardır. 2821 ve 2822 sayılı yasaların güçlü sendikacılık iddiasıyla perdeledikleri sadece makbul sendikaların yaşamasına izin veren bir sendikal yapıdır. Bu sendikaların gerçek görevi işçiye hak almak değil, hak almak için harekete geçen işçiyi kontrol etmektir.
İşçi temsilciliği makbul sendikaların kirli yüzlerinin görülmesi, makbul sendikaların gerçek anlamda sendika olmadıklarının anlaşılması, makbul sendikaların sendika adını kirlettiklerinin kavranması için de gereklidir. İşçi temsilcileri, makbul sendikaların teşhir olmalarını, sağlayabileceklerdir. İşçilerin makbul sendikalardan kurtulup, gerçekten işçiyi temsil eden, işçinin gücüyle var olabilen, işverenden ve devletten bağımsız sendikalarda örgütlenmesi, bu sendikaların yaratılması için güvenceyle donatılmış işçi temsilciliği çok önemli roller üstlenebilecek, çok önemli etkiler yaratabilecektir.
(*) İşçi temsilciliği kurumunu tüm yönleriyle ele alıp incelemek köşe yazılarının sınırlarını çok aşsa da bir çerçeve sunuş yazısıyla konuyu ele almaya çalıştık. Dört yazı işçi temsilciliği konusunda bir giriş yazısı, çok genel bir özet olarak kabul edilmelidir.
11 Ekim 2017 / Adaletin İş Yüzü – Evrensel Gazetesi