İstanbul/Beşiktaş’ta patlayan bombalar hiç kimse hiç bir yer güvenli değildir mesajı veriyor. Patlatılan bombalar hiç kimsenin, hiç bir yerin güvenli olmadığı, tek suçu tesadüfen oradan geçmek, tesadüfen o gün o saatte görevli olmak, tesadüfen o gün o saatte saniyelik bir zaman dilimi içerisinde o tarafa doğru adım atmak olan insanların ölebildiği bir ülke burası dememizi istiyor.
Korkuyoruz. Kızıyoruz. Lanetler savuruyoruz. O gün orada olmadığımız için, yakınlarımızdan birisi orada olmadığı için içten içe seviniyoruz. Geleceğimizden endişeleniyoruz. En kötüsü de her patlayan bombadan sonra ölenlerin kimliğine, ölenlerin yaptığı işe göre tavır belirleyen, tarafını netleştiren bir yere doğru koşar adım gidiyoruz.
Suruç’ta, Ankara garında ölenlere üzülenlerin neredeyse terörist ilan edildiği, Beşiktaş’ta ölenlere üzülenlerin iktidar yanlısı ilan edildiği tehlikeli bir girdaba doğru birileri bizleri sürüklemeye çalışıyorlar.
Çok klişe bir söylem olacak ama biz bu filmi daha önce gördük, yaşadık.
Okula giderken annelerimizin içleri titreyerek bu gün sağ gelebilecek mi korkusuyla ardımızdan baktığı günleri gördük.
Sokakta insanların kılık kıyafetleri nedeniyle yollarının kesilip sorgulandıklarına, sırf solcu, sağcı oldukları için en hafifinden dövülmelerine tanık olduk.
Taranan kahvehaneler, ele geçirilmek için meydan savaşı verilen mahallelerde birbirimizin gözüne bakmaya korkarak yaşadığımız günler oldu.
Kinlendik, bilendik. Düşman belledik, birilerinin düşmanı haline getirildik.
Öğretim üyelerine, gazetecilere, yazarlara savcılara, emniyet müdürlerine suikastlar düzenlendi. Topluma herkesin dokunulabileceği, hiç kimsenin güvende olmadığı mesajı kör şiddetle verildi.
Tek tek suikastları toplu katliamlar izledi. Kahramanmaraş, Sivas, Çorum Katliamlarını yaşadık.
Toplum can güvenliği korkusuyla, can güvenliği karşılığı özgürlüklerinden vazgeçme noktasına getirildi.
12 Eylül darbesi tam da toplumun can güvenliği karşılığı özgürlüklerinden vazgeçmeye razı olacağı aşamada gerçekleştirildi. Darbeyi yapanlar en küçük bir eleştiride eleştiriyi yapanları 12 Eylül öncesine dönmek istemekle suçladılar, yaptıkları her hukuksuzluğu 12 Eylül öncesine döneriz korkusuyla kabul ettirdiler.
12 Eylül yönetimi toplumun önüne, gençliği, sendikaları, demokratik kitle örgütlerini, siyaseti, kısaca demokratik tüm kurum ve kuralları suçlu olarak koydu. 12 Eylül sürecinin can alıcı sorusunu 12 Eylül mağduru Süleyman Demirel sordu: “11 Eylül günü akan kan, 13 Eylül’de nasıl durdu?”
Demirel yıllar sonra sorduğu sorunun yanıtını da kendi verdi ve dedi ki: “Kendileri daha iyi biliyor niye durmadığını o kanların. Kanlar akıyordu, çünkü Sayın Evren’in Çankaya’ya çıkması gerekiyordu. Bu ithamla karşı karşıyadır.”*
Bugün akan kan kimin için akıyor, hangi karanlık güçler kimleri nasıl bir ülke geleceği yaratmak için kullanıyorlar? Bu sorulara verilecek kesin bir yanıtım yok. Ne var ki, biliyorum ve iddia ediyorum ki, akan kana, yanan cana karşın, hiç kimseyi ötekileştirmeden, şiddetin siyaset aracı olarak kullanılmasına karşı çıkmadığımız sürece, ölenin kimliğine, öldürenin kimliğine bakarak taraf belirlemeyi reddetmediğimiz sürece, bu ülkenin geleceğini belirleme olanağımız elimizden alınacak.
Yine biliyorum ve iddia ediyorum ki, geleceğimiz için, çocuklarımız için, çağımıza karşı sorumluluğumuzu yerine getirdik demek için, torunlarımızın yüzüne bakabilmemiz için, insan olmamızın bir gereği, insanca yaşamanın bir gereği olduğu için insanlığın ortak değerlerine sahip çıkmak, empati yapmak zorundayız. Kolay değil ama bunları yaptığımız sürece, hiç şiddet yokmuş, herkes güvendeymiş gibi yaşamak için korkumuzu yendikçe, inadına günlük yaşamımızı namuslu ellerimizle alın terimizle sürdürdükçe, başımıza gelen haksızlıklara sesimiz soluğumuz yettiğince, karşı durdukça, geleceğimizi çalmaya güçleri yetmeyecek.
*http://www.sabah.com.tr/gundem/2010/10/09/evren_cankayaya_ciksin_diye_kan_akti. in. t. 12.12.2016
14 Aralık 2016, Adaletin İş Yüzü, Evrensel Gazetesi