Her rejimin bir hukuku vardır. Her rejim şu veya bu ölçüde hukuk aracılığı ile kendisini meşrulaştırır. Özetle Anayasa, yasalar, yargı kararları ve uluslararası sözleşmelerin çizdiği çerçeve iktidarın meşruluk alanını belirler. Ülkemizde iktidara hukukla çizilen sınır çoktan aşılmıştır.
Hukuk vatandaş için bir yükümlülük, kamu görevlisi için ayak bağı olarak görülmeye başlanmıştır.
Hukukun kamu görevlisi için ayak bağı olarak nitelendirildiği yerde güç meşruluğun tek kaynağı haline gelir, gelmiştir.
Anayasa hiçbir kamu görevlisi kaynağını yasalardan almadığı bir yetkiyi kullanamaz demiştir. Anayasaya göre yemin etmiş olan Cumhurbaşkanı, yetkisini yasal çerçeve de kullanmak isteyen kamu görevlisini “Statükonun gardiyanlığını yapan bir bürokrasi” olarak suçlamıştır.
Anayasa, kamu görevlisinin yasalardan aldığı yetkiye göre, yasalarca çerçevesi çizilmiş işlem ve eylemde bulunmasını, kamu görevi için zorunluluk olarak belirlemiştir. Cumhurbaşkanı ise kaymakamlara mevzuata uymama çağrısı yapmıştır. Cumhurbaşkanı net ve somut bir şekilde”Mevzuat şöyledir, böyledir. Mevzuatı koyun şöyle bir tarafa yeri geldiğinde, ben bunu bu şekilde yaparım deyin ve yapın. İşte bu iradeyi kullanmaktır. Kim için kullanıyorsunuz bunu? Vatandaş için. Hiç çekinmeyin kullanın” demiştir.
Anayasa’ya göre yargı kararları yasama,yürütme ve yargıyı bağlar. Cumhurbaşkanı, Can Dündar ve Erdem Gül için Anayasa Mahkemesi tarafından verilen kararı tek kelimeyle kaldırıp atmıştır. Anayasa Mahkemesi kararı için “Uymuyorum, saygı da duymuyorum” demiştir.
Listeyi uzatmak olanaklıdır. Cumhurbaşkanının Anayasa’yı bir tarafa bırakarak çizdiği meşruluk sınırı içerisinde diğer kamu görevlileri de hukuku bir tarafa bırakmaya, Cumhurbaşkanının iradesine tek hukuk kaynağı olarak bakmaya başlamışlardır.
Gezi direnişinde orantısız güç kullanan polisler “Destan yazan kahramanlar” olarak hukukun dokunamadığı alana çıkarılmışlardır.
Cizre’de, Sur’da, Varto’da devletin verdiği silahı, devletin hukukuna göre kullanması gereken devletin silahlı güçlerinin, öldürdükleri kadınları çırılçıplak sürükleyip sosyal medyada teşhir etmeleri, enkazların arasından kol bacak parçalarının çıkması, kimsesizler mezarlığına gömülenler, verilmeyen cenazeler, DNA testi için il il gezdirilenlerin hesabını hukukun sorması akla dahi gelmemektedir.
Sulh ceza hakimlikleri emirle adam tutuklar olmuşlardır. Tek suç delili kendi tuttukları tutanak olmasına karşın, hakimlik savcılık sınavında cumhurbaşkanına hakaret ettiği iddiasıyla avukat tutuklamışlardır.
Dün birlikte algı operasyonu yaptıkları gazetelere televizyonlara bir gecede kayyum atayıp fiilen el koymuşlardır. Son olarak Zaman gazetesi el konulanlar kervanına katılmıştır.
İş sadece gazetelerle kalmamıştır. Bir önceki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “Boydak ailesi çalışkanlığıyla, dürüstlüğüyle, hayırseverliğiyle bilinen bir aile. Türkiye’nin önemli sanayicilerinden. Ümit ederim ki daha fazla rencide edilmezler” diye kefil olduğu bir aile şirketinin yöneticileri tutuklanmıştır.
Başbakanın, Cumhurbaşkanının, Cumhurbaşkanının öğüt verdiği kaymakamın, muhtarın, polisin, askerin, kendince kutsal bir amaç için hukuku kenara ittiği bir ülkede; her zaman olduğu gibi yasalara uygun davranma yükümlüğü, hakkını arayan Renault işçisine kalmıştır.
Sonuç, olmaz denilen her şey olmuştur. Bu ülkede hukuk artık sadece hakkını arayan sıradan vatandaşlar için bağlayıcılığı olan, iktidar sahipleri için geçerliliği olmayan metinler haline gelmiştir.
Sonucun sonucu, kendisini hukukun üstünde gören Cumhurbaşkanı dahil tüm kamu görevlileri hukukun önünde yargılanarak hesap vermeden, artık hukuktan söz etmek, beyhude nefes tüketmektir.
Bugünün tüm güç sahipleri bilmelidir ki bu ülkede şaşılacak kadar kısa sürelerde olmaz denilenler olur.
9 Mart 2016, Adaletin İş Yüzü, Evrensel Gazetesi