Bu yazıyı neden yazdım. “Sendikalar hızla üye kaybediyorlar”, “Sendikalar üyesi işçilerin haklarını koruyamıyorlar”, “Sendikacılık işçinin sırtından geçim kapısına dönüştü”, “Sendika ağalığı, sendikal bürokrasi işçilerin sorunlarını çözmekten çok işçi hareketinin tepkilerini baskılayan bir mekanizmaya dönüştü”… Bu ve benzeri saptamaların onlarcasını alt alta sıralayabilirim. Tek başına alındıklarında bu tespitlerin hepsinin de resmin bir parçası olduğunu kanıtlayabilirim. Yani yukarıdaki tespitlerin hepsi genel olarak doğrudur. Üstelik bu tespitlerin bir çoğunu değişik platformlarda sunmuş olduğum tebliğlerde, makalelerimde hatta “Demokrasi değişimi ve sendikalar” adlı kitabımda dile getirdim. Sendikal eğitimlerde işçilerle paylaştım.
14 yıldır sendikal alandayım. Sendikal faaliyetin tanık olmadığım hiçbir aşaması kalmadı. Yeri geldi eğitimci kimliğimle, yeri geldi hukukçu kimliğimle, yeri geldi Toplu İş Sözleşmesi müzakerecisi olarak sorumluluk aldım. Türkiye’de kağıt işçisinin bulunduğu her ilin, hatta ilçelerin adliyelerinde bulundum. Bazen gülerek, bazen sinirden miğdeme kramplar girerken bu adliyelerden ayrıldım. Tam dört kez ölümden döndüm dedirtecek trafik kazaları yaşadım. 4 değişik genel başkan, 6 yönetim kuruluyla çalıştım. Olağan, olağanüstü kongreler, sendika içi çatışmalar, sendika genel kurulu iptali davaları yaşadım. Öylesine bunaldığım anlar oldu ki kızdığım meslektaşlarıma “Cenabı Allah sizi sendika içi çatışmada genel merkez avukatı yapsın” diye intizarlar edip , içerisinde bulunduğum açmazları dile getirmeye çalıştım.
Sendikal alana ilişkin 7 kitap yazdım. 20’ye yakın bilimsel toplantıda tebliğ sundum. Sayamayacağım kadar bu konuda düzenlenmiş, kongre, konferanslara katıldım. Bir kısmı uluslararası nitelikte olan bu toplantılarda, Alman, Fransız, İspanyol, İtalyan sendikacılarla tartışmalara girdim. Yurt dışında ki konferanslarda bulundum. Latin Amerikalıdan Hindistanlıya, Afrikalısından, Koraeliye, Japon’a kadar uluslararası sendikal hareketin temsilcileriyle görüşme, onları dinleme, görüş alışverişi yapma olanağı buldum.
Benimle görüşmek isteyen, tartışma platformunu yaratan hiç kimsenin davetini geri çevirmemeye çalıştım. İşverenlerin düzenlediği, toplantılarda işveren temsilcileriyle birlikte panelistte oldum. Kendisini solcu, sağcı, İslamcı, nasıl tanımlarsa tanımlasın, sendikaları, işçileri ilgilendiren bir konuda bana söz hakkı tanıyan herkese şükran duydum, tanıdıkları bu olanakları kullanarak fikirlerimi anlatmaya çalıştım. 14 yılda işçilerden, sendikacılardan, hocalardan, siyasilerden, devlet uzmanlarından, yargıçlardan, o kadar çok şey örğendim, o kadar çok yeniden şarj oldum ki, bu alanı, bana bu olanağı veren Selüloz-İş Sendikasını bu alanla özdeşleşecek kadar sevdim.
Selüloz-İş’te çalıştığım her yönetimde kendimi özgürce ifade ettim. Görüş ayrılıklarımız oldu, sert tartışmalarımız oldu, kapıları çarpıp çıkmalarımız, yol ayrımına gelmelerimiz oldu. Ama birlikte çalıştığım yöneticileri yetenekleri yeteneksizlikleri ile oldukları gibi kabul ettim, onlarda beni, yeteneklerim yeteneksizliklerimle kabul ettiler. Kavganın doruğunda dahi dost kalmayı başardık. Acı sözler söyledim, ağır sözler söyledim, canımı yakacak kadar eleştirildiğimde. Ben seçilmişlerin seçilmişliklerine değer verip sorumluluklarını hatırlatarak kenara çekilmeyi bildim. Kendi alanıma karışmamalarını istedim, karışmadılar. Selüloz-İş’e, 26 yaşında bir gençken geldim, bu gün 40 yaşında artık orta yaşın üzerinde sayılan birisiyim.
Sendikanın hukuk servisini üç yıl birlikte çalıştıktan sonra Şinasi Yeldan gibi örnek bir iş hukukçusundan devir aldım. Şinasi Yeldan gibi bir örneği rehber edindim. Semra Şıvgın gibi bir ablamın tatlı azarlarıyla ölçüyü kaçırdığımda yolumu buldum.
Avazım çıktığı kadar bağırdığımda niye bağırdığımı soran sendikacıya “Az gelişmiş ülkemin az gelişmiş, az gelişmiş işçileriyle uğraş, az gelişmiş sendikacılarıyla uğraş” dediğimde, “Haklısın az gelişmiş bir avukat olarak tüm bunlarla uğraşmak zor” yanıtını alıp sustum. Yanıtı, kendi az gelişmişliğime yapılan vurguyu felsefeyi sevdim.
Kısaca, 14 yılda, işçi sınıfıyla, sendikalarla ve Selüloz-İş’le özdeşleştim. Parçası oldum, parçam oldular ve bir gün gazetenizde Sayın “Ali GÜNDOĞDU’nun Selüloz-İş’te yolun Sonumu” başlığını gördüğümde canım yandı. Anlatacak o kadar çok şey vardı ki, Sayın İsmet ÇİĞİT’le yaptığım bir telefon konuşmasında yazmamı isteyince odama kapandım. Kalemi özgür bıraktım. Bilimsel, sosyolojik bir irdeleme yapmayacağım. Tanıklıklarımı yaşanmışlıkları özetleyip, Selüloz-İş özelinde sendikal alana, son duruma ilişkin sadece içimi dökeceğim. Şu anda nasıl bir yazı olacağını dahi kestiremiyorum, ama söz, imla yanlışlarının dışında hiçbir düzeltme yapmadan yazacağım.
BU YASALARLA SENDİKACILIK YAPILAMAZ
Bu saptamayı herkes anımsayacaktır. 12 Eylül sonrasında, Nisan 1983 tarihinde sendikalar, Toplu İş Sözleşme ve Grev yasaları yürürlüğe girdiğinde dönemin Türk-İş yetkililerinin, hani askeri yönetime bakan verdi diye eleştirilen yöneticilerin ilk tepkisiydi. Bir başka tepkiyi ise İstanbul’da Kocasinan Belediye otobüsünde kendi aralarında konuşan iki işçiden almıştım.Birincisi diyordu ki, “Grev hakkımızı ortadan kaldırmadan yeni yasayı çıkarttılar”, diğeri gülerek, “Evet çıkarttılar. Grev silahımızın iğresini söküp elimize verdiler. İğnesi olmayan tüfekle ne yapılabilirse göreceğiz.” Yasalar çıktıktan sonra Türkiye’de Netaş grevi yaşandı. Peşinden SEKA işçilerinin beş parasız 136 günlük 1988 grevi peşinden de “Bahar Eylemler” geldi. İşçi sınıfı baskılanan ücretlerine, ellerinden alınan sosyal haklarına karşı çıkışını arıyor, kendi hareketliliğini yaratıyordu. 1988 SEKA grevinin, bahar eylemlerinin yarattığı rüzgar Türkiye’de bir çok sendikada olduğu gibi Selüloz-İş’te de yönetimin değişmesini beraberinde getirdi. İzmir’de Belediye işçilerinin sakal bırakma, yalın ayak yürüme, toplu vizite eylemleri ile yasalara karşın yaratmış oldukları direniş biçimleri, İstanbul’da İETT şoförlerinin, şehir içinde 20 km hız sınırına uyarak gerçekleştirdikleri direnişler, kendi konumunu emekten yana olarak tanımlayan herkese umut veriyordu. Hatta yanılmıyorsam İETT şoförlerinin eylemi BBC’de haber olmuş, dünyanın yönetmeliklerin emirlerini yerine getirmeyi direnişe dönüştüren tek eylemi olarak duyurulmuştu. Hız sınırını 20 km olarak belirleyen bir yönetmelik, bu yönetmeliğe uyan bir şoför ve yönetmeliği çiğne diye şoförün başında bekleyen trafik polisi ve belediye otobüsünün arkasında uzun kuyruklar oluşturmuş araçlar, gerçekten de tam bir kara mizah örneğiydi.
Selüloz-İş sendikasının yeni yönetimi 1989’da bir umut baharı içerisinde görevi devir almıştı. Çok şeyler yapmak istiyorlardı. Önce sendikaya uzman alarak işe başladılar. Bu uzmanların kullanacağı bilgisayarlar alındı. Uluslar arası sendikal örgütlerle ilişkiye geçilip ortak eğitim programları oluşturuldu, diğer sendikaların uzmanlarından da yararlanılarak tüm Toplu İş Sözleşmeleri satır satır yeniden ele alındı. Olası bir greve karşı Grev komiteleri kuruldu. Bu komiteler eğitimden geçirildi.
1990 Mayısın da Selüloz-İş’te eğitimci ve hukukçu olarak göreve başladığımda SEKA’ların dışında 60 özel sektör işyeri vardı. Sendikanın örgütlülüğünün coğrafi dağılımı Edirne’den Elazığ’a, İzmir’den Bartın’a kadar uzanıyordu. Ben bu yasalarla da sendikacılık yapılabileceğine, bu yasaların aşılabileceğine cani gönülden inanıyordum.
SENDİKANIN TİS YETKİSİ ALMASINI DÜZENLEYEN YASALAR İŞLEMEYE BAŞLADI
12 Eylül’den sonra sendikaların işyerlerinde Toplu İş Sözleşmesi görüşmelerini yapmaları 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt yasalarında düzenlendi. 2821 sayılı Sendikalar Yasa’nın geçici maddesine göre sendikalar mevcut üyeliklerini EK-6 bilgi formu adı verilen forumlar doldurularak bildirdiler ve yetki .aldılar. Ancak 2822 sayılı yasa bu bildirimden sonrasında sendikanın yetki ayabilmesi için işkolunda çalışan işçilerin % 10’unu üye yapmış olmanın yanında, işyerinde çalışan işçilerin yarıdan fazlasını da üye yapma koşulu getirmiş, tespit yetkisini çalışma ve sosyal güvenlik bakanlığına vermiş, sendika ya da işverenlerde bu tespite itiraz etme olanağı tanımıştı.
Yasanın 15. maddesi uyarınca yetki tespitine itiraz edilmesi halinde tüm işlemler duruyor ve sendika yargı kararıyla yetkili olduğunu kanıtlayana kadar işverenle muhatap dahi olamıyordu. Yasa bu günde aynı hükümleri içeriyor.
İlk karşılaştığım yetki itirazı Gaziantep’ten geldi. Yaşar Kağıtçılık, Gaziantep Kağıtçılık işyerlerinde işverenler sendikanın yetkisine itiraz ettiler. Davalar İşletme yada işyerinin bağlı bulunduğu bölge çalışma müdürlüğünün bağlı olduğu bölge müdürlüğünün yer aldığı iş mahkemelerinde görülüyordu.
Üye kayıt fişleri, bakanlık prosedür dosyası, SSK dört aylık prim bordroları dosya da toplanıyor, bilirkişiler bu belgelere göre yetki tespiti için gerekli oranı belirliyor. Mahkemenin verdiği karar ise Yargıtay incelemesinden sonra kesinleşiyordu. Ne var ki her şey yolunda gitse dahi bu süreç ortalama 1,5 yıl sürüyordu. 1,5 yıl sonra davaları kazandığınızda elinizde kesinleşmiş yetki belgesi, ama arkanızda sıfır üyelerle kalıyordunuz. Çünkü yetkiye İtiraz eden işverenler işçilere ya sendika ya da kapı demeye başladılar. İş güvencesinin olmamasıyla da birleşince işçiler ister istemez sendikadan istifa yolunu seçiyorlardı. Yetki davasının tamamını kazanmış olmamıza karşın , Gaziantep kağıtçılık , Yaşar Kağıtçılık ,Kahramanmaraş Kağıtçılık , Aydın Aykaş Yılka , Yakasan, , Demirkol Kağıtçılık , Halkalı Kağıt, Trakya Kağıt , Modern Karton gibi işyerlerinde üye işçilerimizi yitirdik.
Direnenler oldu. Toplu vizite , sakal eylemleri işyerinde toplanmalar Yargıtay kararlarıyla yasa dışı eylemler olarak nitelendirildi. Türkiye İşveren Sendikalar Konfederasyonu “işçilerin yasadışı tutumlarına karşı izlenecek yollar” başlığı altında kitapçık yayımlayıp , sendikasını korumaya çalışan işçilerin ihbar ve kıdem tazminatlarını da ödemeyecek şekilde nasıl işten atılabileceği konusunda yol göstermeye başladı.
Oturup biz de işverenlerin yasa dışı tutumlarına karşı izlenecek yollar başlığı altında broşür çıkartmaya kalkıştığımızda , işçilere hapis cezaları , tazminatsız işten çıkartmayı öngören yasaların işverenlerin yasa dışı tutumlarını 30 milyon, 45 milyon ağır para cezası gibi yaptırımlar öngördüğünü gerçeği ile yüz yüze kaldık.
İzmir Tire ‘de Tire Kutsan işyerinde işçiler tüm bu yaptırımları göze alarak direnmeye kalktılar. Viziteye çıktılar , rapor aldılar , sakal bıraktılar. Fabrikayı terk etmediler, sonuçta hepsi yasa dışı grev suçlamasıyla karşı karşıya kaldılar. Kimisi istifa etti, kimisi direndi işten atıldı. İşten atılanlar sendikal tazminat davalarını kazandılar ama aldıkları tazminatlar ne onlara yaradı ne de sendikal örgütlülüğün devamını sağladı.
Yetki alıp , masaya oturduğumuz bir çok işyerinde ise bir başka öykü karşımıza çıktı. Çarpıcı olması için örnek olsun diye anlatıyorum. İnanmayanlara Mahkeme dosyalarından örneklerini verebilirim. İstanbul ‘da Ve – Ge Bant işyerinde işveren o günün asgari ücretinin üzerinde zam vermediği için grev kararı aldık.
Bizim grev hakkını düzenleyen yasalarımız greve çıkmadan önce 60 gün ( sonradan 30 gün de uyuşmazlık tutabilme olanağı tanıdı ) görüşmeyi zorunlu kılıyor. 60 gün içerisinde anlaşılamaz ise tarafsız arabulucuya gitme zorunluluğu var. Bir 30 gün de bu aşama sürüyor. Sonraki 60 gün içerisinde grev kararı alıp işyerinde ilan ediyorsunuz. İlandan sonra 6 işgünü içerisinde işverenin grev oylaması isteme hakkı var. Grev oylamasını ise en az 11 işgünü içerisinde sonuçlandırabiliyorsunuz. Dolayısıyla greve çıkacağınız tarihi, grev kararından sonra 11 işgünü hesaplayıp, 6 işgünü öncesinden de greve çıkılacağı günün noter aracılığı ile işverene bildirilmesi zorunluluğunu da ekleyip öyle belirlemek zorundasınız.
Bu sürelere uymanın , bu prosedürü izlememenin, örneğin grev uygulama tarihini noter aracılığı ile değil de iadeli taahhütlü mektupla bildirmenin, yada; notere 15 gün içinde veripte, işverene geç ulaşmasının sonucu yasa dışı grev, ve yaptırımı da hapis cezasının dışında işverenin grev nedeniyle uğradığı tüm zararların tazmini. Kısacası işverene sendika 60 gün öncesinden adeta bangır bangır bağırmak zorunda. Ey işveren gerekli stoklarını yap, önlemini al ben greve çıkacağım. İşverenlerde gereğini yapıyorlar
Ve-Ge işyerinde de böyle yapıldı. İşveren stoklarını yaptı. Yerlerini hazırladı. Grev başladı, stoklar bitince işveren grevdeki işçilerin yerine yeni işçi alıp çalıştırmaya başladı. İstanbul İş Mahkemeleri aracılığı ile makinalarına tedbir bir koyup engellemeye çalıştık. Bizimle alay edercesine bu işin yaptırımı 30 milyon para cezası ben 30 milyarlık üretim yapıyorum cezamı ödeyip devam edeceğim dedi ve dediğini de yaptı. 10 ay sonra asgari ücretin biraz üzerinde bir zamla sözleşme yapıldı 2 ay sona da işçiler istifa ettiler.
Tüm bu süreci basın aracılığı ile duyurmaya çalıştık ama ne yazık ki, birkaç küçük haberin dışında kimse haber Değeri görmedi.
Selüloz-İş, bu ve benzeri olaylar nedeniyle örgütlenmekten vazmıgeçti hayır. Son örneğini Gebze’de yaşadık. Sırf bu akla mantığa aykırı yetki sistemini, ortaya koymak amacıyla, Dünya’da eşine az rastlanan bir olay gerçekleştirip, 1 kişiyle 45 günlük grev yaptık. Çalışma Bakanından cumhurbaşkanına kadar herkese bu sistemin açmazlarını, bu sistemin sendikalara giydirilmiş bir deli gömleği olduğunu anlatmaya çalıştık. Yabancı basın haber değeri görürken yine ülkemizde görmezlikten gelindik, yine yok sayıldık. Her biri ayrı bir öykün konusunu oluşturan onlarca örnekten sadece ikisini anlattım. Bursa, Çorlu, İzmir, Bilecik’te son örgütlendiğimiz kavgası süren işyerleri var. Halen “Yolun sonuna gelip gelmediği” sorgulansa da bu yasalara karşı Selüloz-İş işçiler pes etmediği sürece pes etmemeye çalışarak, yoluna devam etmeye çalışıyor. Şimdi gelelim mahşerin diğer iki atlısına özelleştirme ve taşeronlaştırmaya.
TAŞERONLAŞTIRMA-ÖZELLEŞTİRME VE SELÜLOZ-İŞ
Bu konuda referans vererek başlamak istiyorum. Selüloz-İş Sendikasının 1992 yılında yapılan Olağan Genel Kurul Faaliyet Raporu ve Sonuç bildirgelerine bakarsanız, 1992 yılından sonraki 10 yıl için;
- Özelleştirmenin yağmaya dönüşeceği,
- Özelleştirme ve Taşeron uygulamasının sendikal örgütlülüğün belini kıracağını,
- Özelleştirmenin gerekçesinin siyasi tercihlerden kaynaklandığını, Eğer süreç durdurulmaz ise sendikaların 10,15 yıl içerisinde yok olmasının eşiğine geleceklerinin altının çizilmiş olduğunu göreceksiniz.
Peki bu saptamayı yapan Selüloz-İş 10 yıl boyunca ne yaptı.
Alt işveren taşeron uygulamasını TİS konularını hükümlerle aşmaya çalıştık. SEKA Toplu İş Sözleşmesi taslağı başta olmak üzere idari maddelerinin tamamı değiştirildi. Masada bize muhataplarımız siz belanızı arıyorsunuz , biz işçiye zammı veririz işçi bu maddeler için direnmez dediler.
İşçiye döndük. SEKA sinemasında işçileri toplayıp muhataplarımızın söylediklerini ilettik. Bu maddelerde direnmezseniz bu gün yemekhanede temizlikte başlayan alt işveren taşeron uygulaması yarın makine başına gelir dedik. O zamanlar işçi sağlığı iş güvenliği başkanlığı yapan Hacı Bilal Amca , işçiler arasında kapalı bir şekilde oylama yaptı. İşçilerin % 85 ‘i zammı versin biz bu maddeler için direnmeyiz diye oy kullandılar. Sendika greve çıktı. Anımsarsanız.
Bu kez de devreye grev ertelemesi kurumu girdi. Bakanlar Kurulu grevleri erteledi. Biz ki erteleme hükmünün adı her ne kadar ertelemeyse de aslında tam bir grev yasaklamasıdır. Bir kez ertelendikten sonra bir yeniden greve çıkamazsınız. 60 gün içerisinde anlaşma sağlanamazsa Yüksek Hakem kurulu devreye girer ve onların kararı toplu sözleşme hükmündedir.
Kısaca Bakanlar kurulu istemezse aslında bu ülkede grev de yapamazsınız. Lastik grevleri , Şişecam grevleri de bu ertelemelerin son örnekleridir. Bizim grevimiz de ertelendi. Açtığımız davayı kazandık ama bu kez de diğer işyerileri sözleşmeyi imzaladıkları için yalnız kaldık ve imzalamak zorunda kaldık.
Özelleştirmeye karşı ise Türkiye ‘de ilk kez tüm işçi ve işveren sendikalarını Kocaeli’de bilim adamlarıyla birlikte bir araya getirip özelleştirmeyi masaya yatırdık. Kitap olarak da yayınlanan bu sempozyumda KİT ‘ler , KİT ‘lerin içerisindeki mali durum ve özelleştirilmesi için KİT ‘lerin nasıl gözden çıkartıldığını bilimsel dayanakları ile ortaya koyduk.
KAMU İŞLETMECİLİĞİNİ GELİŞTİRME VAKFI’ nın uzmanları , Prof Dr. Erinç Yeldan ‘n katkılarıyla SEKA GERÇEĞİ ‘ni kitaplaştırarak, SEKA ‘ların nasıl varlıklarını sürdürebileceklerini dayanaklarıyla ortaya koyduk.
Tasarruf önlemleri gerekçesiyle SEKA ‘lara çivi dahi çakılmadığını , bir römorkun okunu değiştirebilmek için fabrikaya iş müfettişi getirmek zorunda kaldığımızı bu gazetenin arşivini karıştırdığınızda dahi görebilirsiniz.
Selüloz – İş özelleştirmeye karşı mitingler düzenlenmesinede öncülük yaptı. Ankara ‘ya “Sosyal Devlete Sahip Çık” sloganıyla yürüdük. Ulusal basınımız o dönemde Sibel Can ‘ın fazla kilolarıyla meşgul olduğundan yine derdimizi anlatamadık.
SEKA İzmit Müessesesinin kapatılması üzerine SEKA işçisinin çalışanı emekli olanı memuru , İzmit halkı, İzmit ‘teki diğer fabrikalarda çalışan işçilerle birlikte her günü ayrı bir miting şeklinde geçen 45 günlük direnişini sadece hatırlatmakla yetiniyorum. O direnişteki her bir insan tipini tek tek ele alıp direnişin tarihini yazmayı eğer ömrüm yeterse SEKA işçisine karşı direnen bir kentin halkına karşı bir görev olarak görüyorum. Yine gazetenizin arşivleri tarandığında SEKA fidanlığının Ford ‘a bedelsiz verilmesi kararına karşı sendikanın diğer sivil toplum örgütleriyle gazetenizde birlikte vermiş olduğu mücadele anımsanacaktır. Hiç değilse arazinin değeri SEKA ‘ya verilse bugün SEKA’nın teknolojik olarak oldukça farklı bir yerde olacağı gerçeğini kimse yadsıyamaz.
SEKA ‘yı yatırım yaparak yaşatmak için mücadele veren SEKA bürokratlarının yaşadıkları, ancak anlatamadıkları su yüzüne çıkmamış gerçekler de bir gün su yüzüne çıkacaktır. Sadece yatırım yaptığı için yargılanan genel müdürler olduğunu anımsatmam sanırım yeterlidir.
Her bir SEKA ‘nın kuruluş kapasitesini potansiyellerini gösterir broşürler hazırlayıp özelleştirmeye karşı SEKA ‘ları savunabilmek için tüm şubelerde Prof Dr. İzzettin Önder, Prof Dr. Oğuz Oyan , Prof Dr. Korkut Boratav , diğer sendikaların eğitimcileri , KİGEM genel sekreteri , siyasi parti temsilcileriyle birlikte kampanyalar düzenledik.
Özelleştirmeyi savunan siyasi partilere oy yok kampanyasına işçileri davet ettik.
SEKA işçisi tüm bu süreçte değim yerindeyse eylemden eyleme koşturdu. Sadece bu kadarını anımsatayım; TÜRK – İŞ grevlerin ertelenmesi halinde iş başı yapmayacağız diye rest çektiğinde , o gün o sözün arkasında Türkiye’de sadece SEKA işçisi durdu. İşbaşı yapmadı. Yasa dışı grev nedeniyle sendika yöneticilerine milyarlık davalar açıldı. Sonuçta özelleştirme durmadı, durdurulamadı. Ama sanırım soruyu bir de SEKA işçisi özelleştirmeyi tek başına durdurabilir miydi diye de sormak gerekirdi
TOPLU İŞ SÖZLEŞMELERİNİ KORUYAMAYAN SENDİKALAR VE SELÜLOZ – İŞ
1982 Anayasanın hazırlayanlar grev hakkını düzenleyen maddenin gerekçesine adeta övünürcesine “ hak grevi yolunu tıkadık” diye yazmışlardır. Hatırlarsanız 12 Eylül ‘den önce işçilerin Toplu iş sözleşmesinden ya da yasalardan kaynaklanan hakları ödenmezse işçilerin de grev yapma hakları doğuyordu ve bu grevin adına da Hak grevi deniliyordu. “Hak grevi yolunu tıkayanlar” hak grevinin yerine toplu iş sözleşmelerinde doğan hakların ödenmemesi halinde bankalarca uygulanan en yüksek işletme faiziyle yaptırılandırılmış özel bir dava türü oluşturdular ve dediler ki bu yolla mahkemelere olan saygıyı artırdık.
1994 krizinde işçileri kan emici olarak suçlayan dönemin iktidarı kriz gerekçesiyle bir genelge yayınlayıp toplu iş sözleşmelerindeki son dilim zamlarını 6 ay süreyle faizsiz erteledi.
Önce Türk – İş sendikalar mahkemeleri kitleriz diye üst perdeden sözler edip sonra uzlaştılar. Afyon ‘daydım. Şubede oturan bir işçi dedi ki , eğer .bu yol bir kez açılırsa adamlar grev tehdidini soruşturmak için önce masada verirler, sonra da ülkede kriz var diye her gün geri alırlar. Buna dur demek gerekir dedi. Afyon ‘daki işçinin gördüğünü gören Selüloz – İş, daha sonra Harb – İş ‘in de katılımıyla Türkiye genelinde 7500 dava açtı. Davalar kazanıldı. Yargıtay “ Sosyal siyaset “ gerekçesiyle davaları bozdu. Mahkemeler direndi. Genel Kurul ‘da aynı gerekçeyle “ sosyal siyaset” gerekçesiyle davaları bozdu. Bu konu da ayrı bir kitap konusudur. Hatta bir değil iki kitabı yazıldı. Ama sonuçta Afyon ‘daki işçinin söylediği çıktı. Yol açıldı. Ve artık işverenler Toplu iş sözleşmeleri imzalandıktan sonra kriz gerekçesiyle ya şu kadar işçi atarız ya da TİS zam oranlarında ikramiyelerden vazgeçin dediler ve dediklerini de yaptırmaya başardılar.
Kısaca Toplu İş Sözleşmelerini dahi uygulamayan bir sendikal yapı çıktı ortaya. Yapılan protokollerin toplu iş sözleşmesi hükmünde olamayacağını , grev haklarıyla desteklenmemiş bir sözleşmeye toplu sözleşmesi denilemeyeceğini , yargıda anlatmaya çalıştık. Ne yazık ki hukuk genel kurulu bu protokolleri kabul etti , konuyu da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine taşıdık.
YÜZDE 51 SENDİKALARI
Özel sektörde örgütlü olunan işyerlerinde ise taşeron işçileri daimi kadroda ki işçilerle neredeyse aynı sayıya ulaştı. Yetkisi olan, masa da zorlama gücü olmayan adına % 51 sendikaları dediğim bir yapı çıktı. Taşeron işçilerini örgütlemek iş güvencesinin bulunmadığı koşullarda özel sektörde olanaksızdı. Yeni yasayla birlikte sendikalar bu konuda adımları atmaya başladılar. Bölgemizde hepimizin bildiği Ekolas işçileri ve başına gelenler ortada Buna karşın Selüloz-İş, taşeron işçilerini örgütledi. Bir işyerinde kimsenin burnunu kanamadan başarı sağladı. Ama Eskişehir’de 98 işçi Ekolas işçilerinin kaderini paylaştı, davaları açıldı, yargılama sürüyor.
SENDİKA İÇİ DEMOKRASİ
Önce bu konuda ki iddialı sözümü söyleyerek söze başlayayım. Sendika içi demokrasinin işlememesini bu ülkede öncelikle siyasiler istemedi. Sendikalar yasasını öyle düzenlediler ki sendika içi demokrasi sadece güzel bir nutuk düzeyine düştü.
Selüloz-İş’te de bu konuda dikenli konuların başında geliyordu. 12 Eylül sonrası hazırlanan tüzükler yönetimlere yönetim olmanın en doğal hakkının muhalefeti bastırmak olduğu anlayışıyla hazırlandı. Muhalefetteyken bu tüzüklere isyan edenlerde yönetime gelince garip bir şekilde muhalefetteyken eleştirdikleri tüzük hükümlerine dört elle sarıldılar.
Selüloz-İş’te bu serüveni yaşadı. Hemen her genel kurul’da demokratik bir tüzük taslağı sunulup kabul edilmezken, nihayet son genel kurulda özellikle delege seçimlerine ilişkin getirmiş olduğu düzenlemelerle belki de var olan sendikaların içerisinde en demokratik tüzüğü de Selüloz-İş hazırladı.
Sendika yöneticilerinin işçiden yaşam biçimi olarak farklılaşması, kendi ilkballerinin peşine düşmemeleri, kısaca sendika içi demokrasi içinde, her üyenin kendisini özgürce ifade edebilmesi için istenilen ortamın yaratılması her şeyden önce, soran, sorgulayan, mahkum etmeden eleştirmeyi bilen üye profilini zorunlu kılmaktadır. Selüloz-İş üyesi bu bilince sahip mi ne yazık ki evet demek olanaklı değil. Peki bu bilince sahip olanların kendilerini ifade edebilecekleri kurumsal işleyişe Selüloz-İş sahip mi, bu soruya da tümüyle evet demek olanaklı değil.Fakat Selüloz-İş ve Selüloz-İş gibi üyesiyle her an yüz yüze olan sendikaların üyenin etkisine kapalı olduğunu söylemekte olanaklı değildir.
En azından şunu büyük bir yürek rahatlığı ile söyleyebiliyorum. 14 yıl boyunca Selüloz-İş’te yola çıkan hiçbir üye yarı yolda bırakılmadı. Örgütlenme sürecinde işten atılan, hakkı ödenmeyen işçilere kapılar hep açık oldu ve yasal hakları sonuna kadar kullanmaları için her türlü olanak seferber edildi.
SELÜLOZ-İŞ YOLUN SONUNDA MI YOLUN BAŞLANGICI MI
Aslında bu soruyu daha genelleyerek sormak gerekiyor. İşçi sınıfı yolun sonuna mı geldi. Yolun başlangıcında mı? Evet işçi sınıfı üzerine giydirilen bu deli gömleği içerisinde yolun sonuna geldi. Sendikaların elini kolunu bağlayan bu sözüm ona Endüstri İlişkileri Sistemi, emeğin değersizleştirilmesini bir rekabet üstünlüğü olarak gören siyasi tercihlere yapabileceği tüm iyiliği yaptı. Sistemi tartışmadan sendika yöneticilerinin kişisel özelliklerine bakarak iyi yada kötü diye değer yapısı üreten anlayışta yolun sonuna geldi. Selüloz-İş’te tanık olduğum dönemin kısa tarihine ilişkin bu çok özet yaşı aslında sisteme bir sendikanın nasıl kurban edildiğinin de özetidir. Yasaları sürekli eleştirip, yasaların arkasına saklanarak durumu idare etmeye çalışan sendikal anlayışlarla da yolun sonuna geldi. Selüloz-İş, üye sayısı nedeniyle bu acı sonucu ilk yaşayan sendika oldu ama, yeni yolun başlangıcında ilk gelen sendikalardan birisi olma şansını da elde etti.
Selüloz-İş bu gün yeniden örgütlenmeye çalışıyor. Belki yine başarısız olacak. Belki tüm üyelerini de yitirecek. Bu süreci durdurmak için bu güne kadar tüm gücünü sonuna kadar zorladığına en azından ben tanığım. Elimden geldiğince de bu süreci belgeleyen bir arşivi gelecek kuşaklara hazırlamaya çalıştım. Yapılmayan tek şey kaldı. Var olabilmek için deli gömleğini yırtmayı göze almak. Buda iradi bir olay değil. Bir gün bu rüzgarı ekip emeği değersizleştirmeyi başarı olarak görenler, başlarına nasıl bir bela aldıklarını da göreceklerdir. İnsanları hızla kaybedecekleri hiçbir şeylerinin kalmadığı bir noktaya getirirseniz, onları farkında olmaksızın vahşileştirerek özgürleştirirsiniz. Var olmak için onlarda işe önce koyduğunuz kuralları tanımayarak yeniden bir başlangıç yaparlar. Güney Kore sendikacılığının son dönemine bakarsanız bunun örneğini de görürsünüz. Adana bir dönem Anarko Sendikalizm diyorlardı. Siz ne dersiniz deyin. Ama yolun sonu demeyin. Yanılırsınız.
SONUCUN SONUCU
Sonucun sonucu; Selüloz-İş özelinde yaşanan gelişmeler sadece Selüloz-İş ‘ten sadece sendikalardan kaynaklanan gelişmeler değildir. Sorun işçileri, üreteni değersizleştirip sistemin dışına iten yeni bir anlayıştan kaynaklanmaktadır.
Bu nedenle de bu ülkede emeği ile geçinmek isteyen, üretmeyi bir değer olarak gören herkesi içine alan siyasi bir krizle karşı karşıya olduğumuza görmeden, Selüloz-İş’i de Selüloz-İş gibi var olmaya çalışan sendikaları da eksisiyle artısıyla sağlıklı değerlendirmemiz mümkün değildir diye düşünüyor, içimi dökme olanağı verdiğiniz için teşekkür ediyorum.
30.01. 2014
ÖZGÜR KOCAELİ GAZETESİ