Av. Dr. Murat ÖZVERİ
GİRİŞ
Alt işveren (Taşeron) uygulaması gündemde ki yerini korumayı sürdürmektedir. Zaman zaman başka konular öne çıksa da ya trajik bir iş kazası, ya yandaş bir şirkete verilen ihaleler, ya alınmayan güvenlik önlemleri sonucu ortaya çıkan yangın, patlama gibi olaylar yeniden dikkatleri alt işveren uygulaması üzerinde yoğunlaştırmaktadır.
Yıllardır çalışma yaşamının kanayan yarası olarak süren alt işveren uygulaması, bazı belediyelerde alt işveren işçilerinin üst üste ölmesi, Tuzlada alt işveren işçilerinin adeta seri olarak iş kazaları geçirip yaşmalarını yitirmeleriyle uzun süre tartışılmıştır.
Özellikle Tuzla’da yaşanan seri iş kazları alt işverenleri değim yerindeyse günah keçisi haline getirmiş, çoğunlukla kendileri de birer kurban olan alt işverenlerin hedef haline gelerek yargılanmaları sonucunu doğurmuş, alt işveren uygulamasını doğuran değişmez devlet politikaları, uygulamayı doğuran asıl nedenler genellikle tartışmanın dışında bırakılmıştır.
Alt işveren taşeron uygulaması bu kez de 26-27 Eylül 2013 tarihinde toplanan Çalışma Meclisinin gündemine alınması ile yeniden tartışılmaya başlanmıştır.
Öncelikle neden alt işveren uygulamasında ısrar edilmektedir sorusu, bu soruya işveren ve işçi çevrelerinin vermiş olduğu yanıt, alt işveren uygulamasına bakanlığın yaklaşımı birlikte ele alındığında konu önemli ölçüde netleşmektedir.
I.Alt İşveren Uygulaması ve Ucuz Kolay Yönetilen İş Gücü Gereksinimi
- Çalışma Meclisi toplanmadan önce Çalışma Bakanlığı bir dizi hazırlık toplantısı gerçekleştirmiş, Çalışma Meclisi toplantısı öncesi yapılan çalışmaları “Alt İşverenlik” Çalışma Meclisi Hazırlık Toplantısı Raporu adı altında katılımcılara göndermiştir. Rapor’un sunuş kısmında alt işveren uygulamasının yeniden düzenlenmesinin amacını Çalışma Bakanı Faruk Çelik “işçilerimizin tüm haklarının korunacağı ve geliştirileceği, işyerlerinin koşulları ile rekabet güçlerinin de dikkate alınacağı bir şekilde yeniden düzenlemesidir” sözleri ile açıklamıştır.[1]
Öncelikle, Çalışma Bakanı tarafından aile getirilen işçilerin tüm haklarının korunması ile işyerlerinin rekabet güçlerinin arttırılması amacı birbirleriyle bağdaşan şeyler değildir. İşyerlerinin rekabet üstünlüğünün alt işveren uygulaması ile arttırılmasının anlamı, işçileri koruyan ve işverene maliyet olarak dönen düzenlemelerin ortadan kaldırılmasını zorunlu kılmaktadır. Uzun bir süredir işveren çevreleri işçiyi korumaya dönük her türlü uygulamayı maliyeti arttırarak aslında korumayı güçsüzleştiren uygulamalar olarak sunmaktadırlar. İşverenler tarafından öncelikle iş hukukunun işçiyi koruma ilkesi sorgulanmış, iş hukukunun katı kurallar getirerek korumayı zayıflattığı, iş hukukunun getirmiş olduğu katı kurallardan kaçınma isteminin kayıt dışını büyüttüğü ileri sürülerek, iş hukuku piyasanın mantığını ve ilkelerini görmezlikten gelmekle suçlanmıştır.[2] Bu görüşü savunanlara göre “iş hukuku artık bir çözüm, piyasanın nezih yaşama ve çalışma koşulları sağlamadaki yeteneksizliğini gideren bir ilaç olmaktan çıkmış, tam tersine kendisi bir hastalık haline gelmiştir.”[3] İşveren çevrelerince yapılan bu saptama bizi ister istemez iş hukukunu, bağımlılık ilişkisini de tartışarak konuyu ele almak zorunda bırakmaktadır.
Kapitalist bir ekonomide, sistemin işleyebilmesi için, sermaye ve işgücünün, bir organizasyon çerçevesinde bir araya gelmesi zorunludur. Bu zorunlu bir araya gelmede kar etmek için yola çıkmış olan sermayenin karının en üst noktaya çıkartmasının en önemli aracı işgücü üzerindeki denetimini en ucuz, en etkili bir şekilde kuracak bir iş organizasyonu yaratmasına sıkı sıkıya bağlıdır. Dolayısıyla iş hukuku alanında değişiklik istemleri gündeme geldiğinde emek sürecine bakıp orada neler olduğunu anlamaya çalışmak elzemdir.[4]
Hukuk bu aşamada devreye girip tarafları ve aralarındaki ilişkiyi tanımlamaktadır. Bu tanıma göre üretim için iş organizasyonu kurup işçi çalıştıran kişiye işveren, işin yapıldığı yere işyeri, ücret karşılığı işverenin emir ve talimatları doğrultusunda çalışan kişiye de işçi demektedir. İşverenle işçi arasındaki ilişkiyi tanımlamakta kullanılan en önemli ayıraç ise “bağımlılık” kavramıdır. İşçinin işini işverenin işyerinde onun emir ve talimatları doğrultusunda yapması bağımlılık olarak adlandırılmaktadır.
Bağımlılık ilişkisi ise sözleşme özgürlüğü eksenine oturtulmakta, işçi ile işverenin sözleşme özgürlüğü çerçevesinde karşılıklı olarak hak ve borçlarını belirledikleri sözleşmeye de iş sözleşmesi denilmektedir.
İş sözleşmesinde işçinin borcu iş görmektir. İşverenin borcu ise iş karşılığı işçiye ücret ödemektir. İşveren işçiyi ne kadar uzun süre çalıştırışa, ne kadar az ücret verirse, bu süre ve ücrette işçiden ne kadar fazla iş alırsa o denlide karlı olacaktır. İşçi ise ücretini ne kadar yükseltir, çalışma sürelerini azaltır ise bu kez işverenin karı azalacak, işçinin yaşam koşulları bir nebze olsun iyileşecektir.
Kısaca bu ilişkide işçi ne kadar uzun süre ne kadar düşük ücretle çalışırsa işveren kazançlı çıkacaktır. Bağımlılık ilişkisi işçi kavramını belirlemede ne kadar önemli ve kilit bir rol oynuyorsa, işgücü üzerinde işverenin denetim hakkının bulunması da kapitalist sistemi belirlemede aynı öneme sahiptir. İşgücü üzerinde işverenin denetim hakkının bulunmadığı bir ekonomik sistem kapitalist bir ekonomi olmaktan çıkmış demektir.
İşçi ile işveren arasındaki bağımlılık ilişkisinin klasik sözleşme özgürlüğü ekseninde gelişmesi güçlü işverenlerin iş gücünü satmaktan başka bir geçim kaynağı bulunmayan güçsüz işçileri insanlık dışı koşullarda çalıştırma özgürlüğüne dönüşmüştür.
İşçilerin bu koşullara başkaldırısı ise, bir yandan iş yasaları ile çalışma koşullarının asgari sınırlarının işçiler lehine belirlenip, işverenin sözleşme özgürlüğünün yasalar yoluyla sınırlandırılmasını, diğer yandan da işçilerin örgütlenme haklarını kullanarak çalışma koşullarını toplu pazarlık yoluyla belirleme haklarına kavuşmalarıyla sonuçlanan uzun bir mücadele dönemini doğurmuştur.
Sonuçta işverenlerin iş gücü üzerinde sınırsızca denetim kurma istemleri iş yasalarının işçiyi koruyucu hükümleri ve işçilerin örgütlü güçlerini kullanarak imzaladıkları toplu iş sözleşmeleri ile sınırlandırılmıştır.
1970 li yılların ortalarına kadar siyasal alanda sosyal devlet uygulamaları başlığı altında toplanabilecek bir parantez dönemi içerisinde sistemi korumak isteyen sermaye işçilere tanınan haklara katlanmak zorunda olduğu bir dönemi yaşamıştır.
Alt işveren uygulaması özünde sermayenin iş gücü üzerindeki denetimini sınırlandıran kurallara, örgütlülüğe başkaldırısından başka bir şey değildir. Bu nedenle de iddia edilmiş olduğu gibi ne işletmelerin gelişen teknolojiye bağlı gereksinimlerinin ürünüdür ne de basit bir istihdam biçimidir.
Aksine, işgücünü ucuzlatacak, işgücü üzerinde denetimi sermaye lehine en üst noktalara çıkartacak yeni bir birikim modelinin önemli bir parçasıdır.
Alt işveren uygulamasını işletmelerin gelişen teknolojiye bağlı dışsallaşmalarının ürünü olarak teknik bir nedenle açıklamaya çalışanlarda, sorunu basit ayrık bir uygulama olarak göstermeye çalışanlarda aslında, sermayenin örgütlü işgücüne başkaldırısını, güvencesizliğin kurumsallaştırılma çabalarını masumlaştırmaya hizmet etmenin dışında bir başka şey söylememektedirler.
Her şeyden önce alt işveren uygulamasının gelişim süreci sorunu teknik bir sorun gibi göstermeye çalışanları tekzip etmektedir.
1936 yılında kabul edilen 3008 sayılı ilk iş yasasından, bu güne tüm iş yasalarında var olan bir düzenleme olan alt işveren uygulamasının 1980 li yıllarla birlikte bir sorun olarak tartışılmaya başlanmış olması rastlantı değildir.
Ücretlerin gelir olarak önemli olduğu, iç tüketme yönelik üretimin yapıldığı ithal ikamece dönemde alt işveren uygulaması bir sorun olarak gündeme gelmemiştir. Alt işveren uygulamasının miladı, işçi sınıfının örgütlülüğünün, en büyük saldırıyla karşı karşıya kaldığı 24 Ocak 1980 kararlarıdır. Bu kararlarla birlikte sermayenin işgücü üzerindeki denetimini sınırlandıran yasa hükümleri, sendikal haklar adım adım erozyona uğratılmaya başlanmıştır. Sermayenin işçi haklarına saldırısını meşrulaştırdığı temel kavram ise esneklik olmuştur. Alt işveren de esneklik üst başlığının yaşama geçirildiği en etkili araçlardan birisidir.
Üstelik sermayenin sınır tanımayan bir akışkanlığa kavuşup, iş gücünün ulusal sınırlar içerisinde hapis kalması, sermaye birikimini tamamlamış ülkelerden, sermayesi kıt, işgücü ise ucuz ve bol olan ülkelere doğru bir akışı da beraberinde getirmiştir. Hatta sermayesi az iş gücü bol “Üçüncü dünyanın giderek kapitalizmin ana üreticisi olarak gelişimini sürdürdüğü, Bu süreçte ulus-ötesi şirketlerin dünya ticaretinin yönlendirilmesi ve küresel kapitalizmin uluslararası işbölümünün yeniden örgütlenmesi işlevini bizzat yürüttükleri, vurgulanarak, “radikal görüşteki bir çok iktisatçı ve sosyolog, dünya kapitalizminin yeni bir aşama içine girdiğini ve artık bir tür üçüncü dünya kapitalizminden bahsedilebileceği” savunulmaktadır. “Bu yoruma göre, emeğin esnekleştirilip örgütsüzleştirilerek en acımasız şekilde sömürüldüğü ve gezegenimizin bir çevre felaketine sürüklendiği bu tür üçüncü dünya kapitalizmi, dünya çapında proleterleşmenin hızlandırıldığı bir aşamayı ifade” [5]ettiği vurgulanmaktadır.
Emeğin esnekleştirilip örgütsüzleştirilerek en acımasız şekilde sömürüldüğü, bir tür üçüncü dünya kapitalizminde, alt işveren uygulaması bu esnekleştirmenin merkezine oturan bir uygulama olarak işverenler açısından vaz geçilmez bir istihdam modeli haline gelmiştir.
Alt işveren uygulamasının hızla yaygınlaştığı sektörlere kabaca bakıldığında hızlı büyümenin, kıran kırana rekabetin olduğu her yerde alt işveren uygulamasının da yaygınlaştığını görmek olanaklıdır. Ölümlerle gündeme gelen Tuzla, biraz daha genel ifade edecek olursa tersaneler sadece işçi ölümleri açısından değil, alt işveren uygulamalarının yaygınlığı açısından da bu konuda çarpıcı örnek konumundadırlar.
“Ulaştırma Bakanlığı’nın verilerinde, Türkiye gemi inşa sanayi’nin 2002 yılında dünya sıralamasında 23üncü iken, 2007 yılında 1.8 milyon dwt’lik siparişle 8inci sıraya yükseldiği ifade edilmekte, dünya genelinde yeni gemi teslimleri son üç yılda % 89 büyüme gösterirken, Türkiye’nin aldığı yeni gemi siparişleri aynı dönemde % 360 büyüdüğünün altı çizilmektedir”[6]
II-Alt İşveren Dediğin Gökhan Serdar Ramazan Kısaca GSR
Alt işveren uygulamasının birinci ayağında işçilerin işgücü piyasasını parçalayarak bu parçalanma üzerinden yaratılan hiyerarşi sayesinde işgücünü terbiye edip ucuzlatma hedefi yer alırken, tüm bu süreçte kullanılan ve çoğunlukla günah keçisi ilan edilen alt işverenler diğer ayağı oluşturmaktadır. Alt işverenler işgücünün ucuzlatılması hedefine hizmet ettikleri oranda işveren yanında ve işçinin karşısında yer alıyor görünmektedirler. Ne var ki bu görüntünün altına dikkatli bakıldığında aslında alt işverenlerin sistemin bir diğer mağdurları oldukları gerçeği karşımıza çıkmaktadır. Sömürünün sihirli değneği haline gelen esneklik, üretimde esneklik adı altında ana firma etrafında örgütlenmiş, ana firmadan iş alan değişik hukuki formatlarda kendini ifade eden bir sistem yaratmıştır. Sistemin ayırt edici özelliği üretim sürecinin, bir işverene bağımlılık ilişkisi içerisinde birden fazla işyeri arasında paylaştırılmış olmasıdır.
Bu anlamda üretim sürecinin parçalara ayrılmasında etkin işlevler üstlenen alt işveren uygulamalarını “ eve iş verme”, “ evde çalışma” müteahhit “üstlenici, yüklenici” “aracı, komisyoncu “ , “ yan sanayi”, “sunucu / tedarikçi”, “ fason üretim”,[7] başlıkları altında toplamak olasıdır.
Nasıl adlandırılır olursa olsun, nasıl bir çalışma sistemi içerisinde çalışıyor olurlarsa olsun, bu alt işveren sistemlerinin ortak noktasını ana firmayla (üst işverenlerle ) olan ilişkilerindeki bağımlılık olgusu oluşturmaktadır. Bu bağımlılık ilişkisi içerisinde belirleyici olan güç, ana firma, üst işverenlerdir. Ana firmalar, pazarlık gücünün alt işverenlerden çok üstün olmasının rahatlığı içerisinde, genellikle, fiyatları tek yanlı olarak belirlemekte, alt işverenler arasındaki rekabeti de kullanarak, genellikle fiyatlar ekonomik düzeyin, örneğin ülkemizde asgari ücrete göre işçilik ücretleri toplamının altında dahi fiyatlarla sözleşme yapılmakta, uygun olmayan teslim tarihleri belirlenmekte, ana firmanın alt işveren firmayla diyaloga girmeden belirlediği teslim tarihleri için alt işveren firmaları sıkıştırılmakta, sık sık ürünler iade edilmekte, alt işverenler stok çalışmaya zorlanmakta, hepsinden önemlisi de alt işverene yapılan ödemeler geciktirilebilmektedir. “Bu nedenle ödeme koşulları, taşeronlar açısından önemli bir pazarlık konusudur. Japonya ‘da 1963’te Yürürlüğe giren Küçük İşletmeler Yasası’nın amacı , ana firmalara alt taşeronların tüm alacaklarını zamanında ödetmektir[8].
Ana firmalar açısından ise, özellikle rekabetin içeriğinin kalite, fiyat, çeşit eksenine oturup artmasıyla birlikte sık sık yaşanan krizlerin karşısında alt işveren işletmeler can simidi rolü oynamaktadır. Kriz durumlarında ana firma üretimi kısmak için alt işveren firmaya iş vermeyerek, fiyatları düşürerek, krizin etkilerini yaymakta, alt işverenle sipariş üzerine çalışan ana firma, stoksuz, tam zamanında üretimle maliyetleri düşürebilme olanağına kavuşmaktadır.
Öte yandan alt işverenlik teknoloji yenilenmesinden talep değişiklikleri karşısında tepki vermeye kadar bir dizi alanda ana firmaya olanaklar yaratmaktadır.
Nitekim Tuzla’da yaşanan ölümler sonrası hazırlanan Tuzla Tersaneler Bölgesi’ndeki Çalışma Koşulları ve Önlenebilir Seri Is Kazaları Hakkında Rapor tuzlada da aynı sürecin nerdeyse birebir gerçekleştiğini ortaya koymuştur. Gerçektende anılan rapora göre; “1980’lerin ortasına gelindiğinde kriz nedeniyle kadrolarını küçültmek isteyen ama tecrübeli ustalarını da kaybetmek istemeyen tersaneler, taşeronlaşma eğilimini beslemişlerdir. Böylece islerin kalitesini eskiye oranla sağlayamama riskine rağmen emek maliyetlerini oldukça düşürmüşlerdir. Firmaların emek maliyeti dışında başka avantajları da oluşmuştur: Hem kendilerinde, yani ana işverende kayıtlı küçük bir kadro ile çalıştıkları için sosyal riskleri azaltmış, hem parça-bası is mantığı ile çalışan taşeron firmalar aracılığıyla emek üzerindeki denetimleri artmış, hem de yaptırdıkları isin faturasını alıp vergilerinden düşmüşlerdir. Bu dönem ilk piyasaya giren taşeron firmaların ustaları ve isçileri arasında oldukça yüksek bir gelir düzeyine ulaşanlar olmuştur. Sektörde çalışmak ve taşeron firma kurmak bir çekim alanı haline gelmiştir. Ancak sonraları armatör ve tersane sahipleri, taşeron firmaların sayısının da artmasıyla isin fiyatlarını düşürmeye başlamışlardır. Böylece fiyat avantajı ile gemi siparişlerini artırmak istemişlerdir. Taşeronların düşük fiyatları kabul etmesi için de yeni taşeron firmaların kurulmasını desteklemişlerdir. Zira taşeronların arasındaki rekabet, taşeron isçilere de bire bir yansıyarak piyasada yüksek olan ücret seviyesini düşürmüştür. Tersanelerin/armatörlerin, taşeron firmaların kurulmasına destek sağlaması, taşeronların önemli ölçüde tersaneye/armatöre bağımlı olmasını sağlamıştır. Bağımlılık ilişkisi, tersane, taşeron ve isçilerin söylemlerinde sipariş edilen “geminin zamanında bitmeme riski” ile ifade edilmektedir. Tersane için güven, isin zamanında ve en az hata ile bitmesini ifade ederken, taşeron firma için hak edişlerini düzenli almayı ve gerekli malzemenin tersane tarafından sağlanmasını simgelemektedir. Zira islerin zamanında bitmemesi durumunda uluslararası armatör firmaya büyük bir tazminat ödeyen tersane, bu tazminatı taşeronlara yansıtarak, alacaklarını alamayan ve hacizle üretim araçlarına da el konan taşeronlar da isçileri cezalandırarak karşılamaya çalışmaktadır.”[9]
Bir örnekle Somutlamak gerekirse;
Gemi yapım işini yapan bir tersanede işçiler sendikal örgütlenmeyi başarıyla sonuçlandırırlar. İşveren süresi içerisinde itiraz etmediği için yetkisi kesinleşen sendikayla pazarlığa oturur. Bir yandan sendikayla pazarlıklar sürerken bir yandan yanında formen olarak çalıştırdığı GÖKHAN , SERDAR ,RAMAZAN isimli üç işçinin iş sözleşmesini sona erdirip onlara GSR adı altında bir şirket kurdurur. Eski işçilerce kurulan GSR Ltd.Şti, SSK kurumuna işyeri bildirgesini verir. Artık nur topu gibi bir alt işverenimiz doğmuştur.
Eski işçilerin kurmuş oldukları bu şirket asıl işverenlikle sözleşme yaparak yüklenici sıfatıyla asıl işverenliğin gurup şirketi X denizciliğin işlerini üstlenir. Üstlenilen işin X denizcilik tersanesinde yapılmakta olan iş olmasına karşın sözleşmenin tarafı olarak sendikanın örgütlü olduğu işyeri gösterilir. Sözleşmenin 3. maddesinde sözleşmenin konusu “Yükleneci (Gökhan Serdar Ramazn kısaca GSR LTd.Şti) X Tersanesinde inşa edilmekte olan … yeni inşa nolu 900 TEU Konteyner gemisinin 4,5,6 ve 7 nolu Süperblıklarına ait sekşınların ve 209,210 ve 901 nolu sekşınların erekşın montaj, kaynak, taş ve temizliği ayrıca konu edilen blokların birbirlerine eklenmesi erekşın montajı, kaynak, taş ve temizliği işlerini BV, Armatör, ve Boyaya teslim esaslarına göre eksiksiz tamamlamayı kabul etmiştir” sözleriyle tariflenir.
Yetkiye itiraz etmeyen işveren TİS kapsamındaki işyerinde çalışan işçilerden istifa ederek GSR’ye geçmelerini ister, bu isteğini kabul etmeyenlerin iş sözleşmelerini ekonomide yaşanan olumsuz gelişmeleri gerekçe göstererek sona erdirir. İşçilerin çoğunluğu bir günde GSR işçileri olurlar işten çıkartılanların yerinede yeni işçiler alınır. Sendikanın da imzaladığı sözleşmeden yararlanacak üyesi kalmaz.[10]
Kendi aralarında kıran kırana rekabet ilişkisi içerisinde olan, ana firmanın işi alma baskısı altında bulunan alt işverenler yasaların gereklerini yerine getirmek yerine rekabetin gereklerini yerine getirmeyi seçmek zorunda kalmaktadırlar. Ana firma iş istediğinde onun istediği zamanda ve günde işin yetiştirilmemesi sözleşmenin sona erdirilmesi sonucunu doğurmaktadır. Bu nedenle örneğin günde işçinin 11 saatten fazla çalışma yapmasını yasaklayan kural alt işvereni bağlamamakta, alt işveren yasayı değil ana firmanın talimatlarını uygulamayı tercih etmek zorunda kalmaktadır. Günde 11 saatten fazla çalışma yapmak istemeyen işçiyi taşeron firma şöyle nitelendirmiştir:
“Bilindiği üzere, İşverenine Hizmet Akdi ile bağlı olan çalışanın en önemli borcu İş Görme Borcudur. Çalışan iş görme borcunu kendi keyfince değil, yürürlükteki yasalara, hizmet sözleşmesine, işverenin emir ve talimatlarına uygun biçimde ve özen yükümlülüğüne uygun olarak yerine getirmek zorundadır. Çalışan hizmet akdi süresince işverenin çıkarlarını gözetmek ve buna zarar verecek davranışlardan uzak durmak zorundadır. Çalışanın bu yükümlülüklere aykırı hareket etmesi, işverene sözleşmeyi feshetme hakkı verir.
Yine çalışan itaat borcu altında olup, çalışan kendi sorumluluğunda olan işlerde yasalara, işverenin talimatlarına uygun hareket etmek zorundadır.
Bilindiği üzere Sadakat Yükümü, sözleşmenin taraflarına sözleşme ilişkisinden doğan borçların ifasında, karşı tarafın şahsına, mülkiyetine ve hukuken korunan deşer varlıklarına zarar vermeme özellikle karşılıklı duyulan güveni sarsacak her türlü davranıştan kaçınma yükümlülüğü yüklemektedir.
Davacı işe girerken fazla çalışma yapmayı kabul etmesine, iş akdinin devamı sırasında verdiği taahhütle işin gereği olarak, işverenin talep etmesi halinde fazla çalışma yapmayı kabul etmesine rağmen, X. ve X a. fabrikalarında üretimin en yoğun olduğu, bu sebeple X. ve X a fabrikalarının tam kapasite ile çalıştığı, bu sebeple müvekkil şirketle birlikte benzer durumda olan tüm şirketlerin de yoğunluğa ayak uydurarak üretim hattındaki araçlara ayna ve koltuk üretmek zorunda olduğu bir zamanda, davacının müvekkil şirketin emir ve talimatlarına aykırı davranarak, diğer arkadaşlarına kötü örnek olacak şekilde fazla çalışma yapmaktan kaçınması, ( fazla çalışma yapılmadığında müvekkilin taahhüt ettiği zamanda taahhüt ettiği miktarda ayna ve koltuğu teslim edememesi halinde uğrayacağı zararlar da düşünüldüğünde ) özen, itaat ve sadakat yükümlülüğüne açıkça aykırılık teşkil etmektedir
Müvekkil şirketin yüzlerce çalışan mevcuttur. Her bir çalışanın kendi sorumluluğunda olan görevleri vardır. Bu kadar fazla çalışanı hukuk kuralları içinde yönetmenin zorluğu aşikârdır. Her çalışan davacı gibi davranarak ” çalışma yapmaktan kaçınması “müvekkilin uğrayacağı zararların miktarını düşünmek dahi mümkün değildir. Müvekkilin X. ve X a olan yükümlülüklerini zamanında ve eksiksiz yerine getirmemesi durumunda, ödeyeceği yüklü miktarda cezai şart yanında, mevcut sözleşmelerinin iptal edilmesi dahi mümkündür.”[11]
Görüldüğü gibi, alt işveren açısından “Bu kadar fazla çalışanı hukuk kuralları içinde yönetmenin zorluğu aşikârdır”, ana firmanın talimatlarına uygun davranmamanın yaptırımı ağırdır. “Mevcut sözleşmelerinin iptal edilmesi dahi mümkündür”.
III.Alt işveren Uygulaması İşgücü Piyasasının Parçalanması Esasına Dayalı Yeni Bir İstihdam Modelidir.
Son yıllardaki uygulama biçimiyle alt işveren asıl işin dışında, özel uzmanlık isteyen işlerin bir başka işverene verilmesi olmaktan çıkmış, işgücü piyasasının parçalandığı yeni bir istihdam modeli haline gelmiştir. Bu modelin özünü ise, işgücü üzerindeki işverenin denetimini gerektiğinde işverenin otoritesiyle yarışan bir başka otorite olan sendikayı da devre dışı bırakarak, en ucuz, en etkili yöntemi kullanarak yaratmak oluşturmaktadır.
İşgücü piyasasının, hiyerarşik olarak parçalanması işçiler arasında rekabeti arttırmakta, piramidin tepesinde yer alan diğerlerine göre göreceli olarak iş güvencesine sahip olan, daha fazla ücret alan merkezdeki çekirdek işgücü, bu konumunu ve avantajlarını koruyabilmek için firma bağlılığını doruk noktasına çıkarmakta, hatta firma ve firmanın hedefleriyle özdeşleşmeyi, benzeşmeyi seçerken, piramidin alt basamaklarında yer alan çevre iş gücü, çekirdek iş gücünü sürekli olarak zorlamaktadır.
Çekirdek işgücünde yer alan bir işçi yaratılan sistem sayesinde kolaylıkla en alt basamağa düşerken, alt basamakta yer alan bir işçinin yukarı çıkması neredeyse olanaksız kılınmaktadır. Örneğin 10 yıl çekirdek işgücü içerisinde yer alan bir işçiden küçük bir hatasında işten atılıp, alt işveren işçisi olarak liyakatini kanıtlaması halinde yeniden eski konumuna gelebileceği önerilebilmektedir. Alt işveren işçileri ise, düşük ücretleri, sosyal güvenceden yoksun olmalarıyla, çekirdek işgücünün kabusu olmakta, “ ücretlerde indirim yapılması için bir baskı unsuru olan alt işveren sözleşmesiyle çalışma, Toplu İş Sözleşmesiyle saptanan ücret düzeyiyle bağdaşmayan koşullarda yürütülmekte, iş güvencesi önlemlerinin geçersiz kalmasına yol açmakta ve aynı zamanda sendikal haklardan yararlanmayı engellemektedir.”[12]
İşgücü piyasasında yaşanan bu hiyerarşik parçalanma ve rekabet, etkilerini sadece işçilerin ücret ve diğer sosyal haklarında göstermemekte, ayrışma ve farklılaşma sistem tarafından da özendirilerek sosyal yaşama yansımaktadır. Örneğin üst işverenle alt işveren arasında yapılan sözleşmelerde alt işveren işçilerinin çekirdek işgücüyle aynı saatlerde çay molası vermesini, aynı kapıdan fabrikaya girmelerini, aynı servis araçlarına binmelerini yasaklayan hükümlere sıkça rastlanmaktadır.
Bu ayrışmaya ve farklılaşmaya zorlama çekirdek işgücünün kendilerini alt işveren işçilerinden üstün görme eğilimleri yaratmakta, bu üstünlüğü her gün yeniden üretmek isteyen çekirdek işgücü alt işveren işçilerini aşağılayarak farklılıklarını ön plana çıkartarak işçiler arasında yeni statülerin, yeni sosyal ilişkilerin doğmasına yol açmaktadır.
Sosyal dayanışma, sınıf dayanışması yerini rekabete bırakırken, işveren sistem sayesinde işgücü üzerinde en etkin denetimi kurma olanağına da kavuşmaktadır.
IV.Alt işveren Uygulaması İşin Sevk Ve Yönetiminde Kolaylık, Maliyette Ucuzluktur.
Alt işveren uygulaması sayesinde işletmeler bir yandan ciddi anlamda rekabet üstünlüğü elde ederken, öte yandan da alt işveren uygulaması sayesinde ana firmalar işgücü ağırlıklı üretim sistemlerinden teknoloji ağırlıklı sistemlere geçerek işgücü maliyetlerini ucuzlatma olanağı bulmaktadır. “ Ayrıca, taşeron sözleşmeleri tam zamanında üretim yönteminin uygulanmaya konulduğu bir sırada, işletme sermayesine duyulan gereksinimi azaltarak ve işletmenin alacaklarını kısa sürede tahsil etmesini sağlayarak büyük bir finansman üstünlüğü yaratmaktadır.” [13]
Asıl işveren temsilcileri de bu gerçekliği yadsımamaktadır. Onlara göre de alt işveren maliyetin ucuzlatıldığı, yönetimi kolaylaştırdığı ölçüde gereklidir. Aksi halde alt işveren uygulamasına başvurmanın hiçbir anlamı yoktur. İşveren temsilcileri açıkca “Her şeyden ben sorumlu olacaksam kıdem tazminatı ücret iş sağlığı iş güvenliği niye taşerona iş vereyim. Bilya oynamada gaye ütmektir. Dringa ütmeden olmaz. Bütün mesuliyetleri asıl işverene bağlarsanız taşeron zil çalıp oynar” demektedir. [14]
V-Alt işveren Uygulaması, Sendika ve Toplu Pazarlık Hakkını Ortadan kaldırmanın Etkili Bir Aracıdır
Sendika ve Toplu Pazarlık hakları Temel Anayasal haklardan olmalarına karşın ülkemizde özgür Toplu Pazarlık düzenine geçildiği 1963 yılından bugüne kadar gerektiğince gelişememiştir.
Alt işveren uygulamasının yaygınlaşmasıyla birlikte parçalanan işgücünün örgütlenebilmesi her geçen gün neredeyse olanaksızlaşmış, alt işveren uygulaması Toplu İş Hukukunda ortaya çıkardığı hukuki sorunlarla sistemi kilitleme aşamasına getirmiştir.
Alt işveren işçilerinin asıl işyerinde örgütlü sendikaya üye olmaları halinde, asıl işyerinde uygulanan Toplu İş Sözleşmesinden yararlanıp yararlanmayacakları, alt işveren işçilerinin işvereninin hangi iş koluna dolayısıyla işçilerin hangi sendikaya üye olabilecekleri, alt işveren işçilerinin yetki tespitlerinde grev oylamasında dikkate alınıp alınmayacakları gibi bir dizi hukuki sorun ortaya çıkmış, bu hukuki sorunlara doktrin, yargı çözüm üretmeye çalışmış, alt işveren uygulamasının Toplu İş Hukukunda yaratmış olduğu sorunlar değişik makaleleri de incelenmiş, tartışılmış halen de tartışılmaya devam etmektedir.[15]
ILO 1949 yılında, alt işveren uygulaması bu denli yaygınlaşmadan önce kabul ettiği 94 sayılı “ Bir Amme Makamı tarafından yapılan mukavelelere konulacak çalışma şartlarına müteallik “ sözleşmeyle Kamu İşyerlerindeki alt işveren sözleşmelerini düzenlemek istemiş, Türkiye bu sözleşmeyi 14.12.1960 tarihli bir yasayla onaylamış ancak, sözleşmenin gerekleri bu güne kadar yasa koyucu tarafından yerine getirilmediği gibi,[16] Yargıtay da sözleşmenin Türkiye tarafından onaylanmış olmasını yeterli bulmayarak, İç Hukukumuzda gerekli düzenlemeler yapılmadığı için sözleşmenin uygulanamayacağı sonucuna ulaşmıştır.[17]
Alt işveren uygulamasından doğan sorunlar nedeniyle verilen Yargıtay kararlarını genel olarak izlemek dahi, alt işveren uygulamasının, sendikasızlaştırmada, Toplu İş Sözleşmesinin prosedürünün önünün tıkanmasında oldukça sık uygulandığını, Kamu İşyerleri de içinde olmak üzere, alt işveren uygulamasının yasaya karşı hilenin etkili bir aracı olarak kullanıldığını ortaya koymaktadır.
VI-Alt İşveren Uygulaması Kamu İşyerlerinde Başlamış İnatla Sürdürülmeye Çalışılmaktadır.
1-94 Sayılı ILO Sözleşmesiyle İnatlaşılmaktadır.
Alt işveren konusunda altı özellikle çizilmesi gereken noktalardan birisini alt işveren uygulamasının öncelikle kamuda başlamış olduğu gerçeğidir. Gerçektende alt işveren uygulaması önce KİT lerde hizmet alımı adı altında uygulamaya başlanmış, KİT elaman alamama sıkıntısını aşmak, maliyetleri azaltabilmek için alt işveren uygulamasına geçmişlerdir.
Bazı KİT lerde alt işveren işçisi olarak çalışan işçilerin gerçekte asıl işveren işçisi oldukları yargı kararlarıyla belirlenmesine karşın bu KİT lerin işçileri alt işveren işçisi olarak değerlendirmede inatlaşmaları, her sözleşme zam dönemi sonrası binlerce davaların açılması başlı başına bir inceleme konusu oluşturmaktadır.
4857 sayılı Yasayla yapılan düzenleme ise bu konu da ister istemez yeni tartışmaları da beraberinde getirmiştir. 4857 sayılı Yasanın gerekçesinde, TBMM’sinde ki görüşmelerde alt işveren uygulamasının ortaya çıkardığı olumsuz sonuçlara sık sık değinilerek bu olumsuzlukların ortadan kaldırılması isteminin yeni düzenlemenin temel referans noktasını oluşturduğu vurgulanmıştır.
4857 sayılı yasanın alt işveren konusundaki hükümlerinin nasıl uygulanacağı konusunda tartışmalar sürerken yasa koyucu adeta alay edercesine 4857 sayılı yasada değişiklik yapıp, yasaya aykırıda olsa, işçiliğin istismarı niteliğinde de olsa kamu işyerlerinde alt işveren uygulamasına devam edilecektir mesajı vermiştir.
Bir anlamda kamu kuruluşları adına yasa koyucu rest çekmiştir. Gerçekten de Şark kurnazlığı, ne yardan nede serden geçmeden vaziyeti idare etme, eski değimle idareyi maslahatçılık değişmez bir politika olarak ne yazık ki uygulanmaya devam etmektedir.
Alt işveren , taşeron uygulamasının işçilerin sendika ve toplu iş sözleşme hakkını kullanamaz hale getirdiği iş yasasının gerekçesine yazılarak yasayla uygulamaya çeki düzen verilmeye çalışılmıştır.
Yasa daha değiştirilmeden önce Türkiye Uluslar arası Çalışma Örgütünün 94 sayılı sözleşmesini onaylayarak iç hukukunu bu sözleşmeyle uyumlu hale getirme yükümlülüğü altına girmiştir.
94 sayılı sözleşme özet olarak kamu kuruluşlarının ihaleyle iş verdikleri alt işveren işçilerine ya da hizmet alımı yoluyla iş verildiğinde yüklenici firma işçilerine asıl işyerinde uygulanan TİS yer alan haklardan daha az haklar verilemeyeceğini hüküm altına almıştır.
Şimdi aklı başında birisi olarak siz, hükümetten imzalamış olduğu Uluslar arası sözleşmeye uygun davranmasını bekleyebilir, alt işveren işçilerine güvenceler getirecek düzenlemelerin daha da güçlendirileceğini düşünebilirsiniz. Bu düşüncenize dayanak olarak Türkiye’nin Anayasanın 90 . maddesini değiştirerek insan haklarına ilişkin Uluslar arası sözleşmeleri iç hukukun üstünde bağlayıcılık tanıdığını gösterebilir, , uluslararası hukukla kendini bu şekilde bağlayan bir hükümetten aksi bir davranış beklenemeyeceğini ileri sürebilirsiniz.
Eğer böyle bir saflık yaparsanız bende sizinle alay ederek bizde çok söylenen bir sözü tekrarlarım. “Burası Türkiye”, burada akıl mantık, rasyonel düşünme, hakkaniyet, gibi kavramların hükmü yürümez. Burada hikmetinden sual edilemeyen güçler vardır. Bu güçlerin istemleri Uluslar arası hukuka aykırı da olsa, Türkiye’nin inandırıcılığını ortadan da kaldırsa hiç önemi yoktur. Avrupalılara yapıyormuş gibi görünür, arkanızı dönüp yine bildiğiniz okuyabilirsiniz.
Bu tutumun son örneği 22/5/2003 tarihli ve 4857 Sayılı İş Kanunun 2 inci maddesinin sonuna aşağıdaki fıkralar eklenerek gösterilmiştir.
“ Kanuna veya kanunun verdiği yetkiye dayanılarak kurulan kamu kurum ve kuruluşları ile bunların doğrudan veya dolaylı olarak sermayesinin en az yüzde ellisine sahip oldukları ortaklıklarda , 4734 Sayılı Kamu İhale Kanunu veya diğer kanun hükümleri çerçevesinde hizmet alımı amacıyla yapılan sözleşmeler gereğince, doğrudan veya yüklenici aracılığıyla çalıştırılanlar, bu şekilde çalışmış olmalarına dayanarak,
Bu kurum, kuruluş ve ortaklarına ait kadro veya pozisyonlara atanmaya,
Bu kurum, kuruluş ve ortaklıklara ait işyerlerinin kadro veya pozisyonlarında çalışanlar için toplu iş sözleşmesi , personel kanunları veya ilgili diğer mevzuat hükümlerine göre belirlenen her türlü mali haklar ile sosyal yardımlardan yararlanmaya , hak kazanamazlar”
Bu hükmü şöyle tercüme etmek olanaklıdır:
Türkiye imzalamış olduğu Uluslar arası sözleşmedeki yükümlülüğünün gereklerini yerine getirmemekte, getirmediği gibi sözleşme hükmünün tam aksini yaparak kamu kuruluşlarının alt işveren çalıştırmasındaki tüm sınırlamaları kaldırmakta, sınırlamaları kaldırmakla kalmamakta, açık bir düzenleme getirerek bu işçilerin asıl işyerinde çalışan işçilerle benzer haklar almasını yasayla yasaklamaktadır.
2-Yargıyla İnatlaşılmaktadır.
Kamunun inatlaşması sadece 4857 sayılı yasanın 2. Maddesinde yapılan değişiklikle de sınırlı değildir. Yargıtay’ın belediyelerin asli işlerini alt işverene veremeyeceklerine ilişkin yargı kararı çıkınca yasa koyucu Yargıtay’la da inatlaşmaya girmiştir.
Yasa koyucu “13.07.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 67. Maddesiyle de bu inatlaşmayı sürdürmüştür. Maddeye göre, “Belediyede belediye meclisinin, belediyeye bağlı kuruluşlarda yetkili organın kararı ile park, bahçe, sera, refüj, kaldırım ve havuz bakımı ve tamiri, araç kiralama, kontrollük, temizlik, güvenlik ve yemek hizmetleri; makine-teçhizat bakım ve onarım işleri; bilgisayar sistem ve santralleri ile elektronik bilgi erişim hizmetleri; sağlıkla ilgili destek hizmetleri; fuar, panayır ve sergi hizmetleri; baraj, arıtma ve katı atık tesislerine ilişkin hizmetler, kanal bakım ve temizleme, alt yapı ve asfalt yapım ve onarımı, trafik sinyalizasyon ve aydınlatma bakımı, sayaç okuma ve sayaç sökme-takma işleri ile ilgili hizmetler; toplu ulaşım ve taşıma hizmetleri, sosyal tesislerin işletilmesi ile ilgili işler, süresi ilk mahallî idareler genel seçimlerini izleyen altıncı ayın sonunu geçmemek üzere ihale yoluyla üçüncü şahıslara gördürülebilir”.
Yargıtay’ın da bu düzenleme içine sinmemiş, Yargıtay yasa değişikliği sonrası eski işçinin alt işverende çalıştırılmasını muvazaa ölçütünü kullanarak aşmıştır.[18]
VII-Alt İşveren Uygulaması ve Yargı Kararları
1.4857 Sayılı Yasa’nın 2. Maddesi Alt İşveren Uygulamasını Sınırlandırma Amacı Taşımaktadır.
4857 Sayılı İş Yasası 2. Maddesinde alt işveren uygulamasını önemli ölçüde daraltan bir hükme yer vermiş[19], gerekçede daraltmanın nedeni alt işveren uygulamalarının işçilerin kolektif haklarını kullanılamaz boyutlara getirmiş olması gösterilmiştir. Gerçekten de 2. Maddenin gerekçesine göre “1980’li yıllardan sonra ekonomik şartların etkisiyle de olsa alt işverenlere işlerin verilmesinde sayısal artışlar olmuş ve bunun sonucu işçilerin bireysel ve kolektif haklarının sınırlandırılması, kullanılamaz hale getirilmesinin yaygın örneklerinin bulunduğu yargıya intikal eden uyuşmazlıklarla da doğrulanmıştır. Yargıtay’ın tespitlerinde muvazaalı işlemlerin belirli ölçütlerle açıkça ortaya konulması ve hukuki sonuçları, önemli bir fren oluşturmuşsa da; yüksek mahkemenin görüşleri de dikkate alınarak asıl işveren-alt işveren ilişkisinin kötüye kullanılmasına fırsat yaratmamak üzere konunun madde hükümleri arasına alınarak düzenlenmesi uygun görülmüştür”
2.Yargıtay Asıl İşin Bölünerek Alt İşverene Verilebilmesi İçin Üç Koşulun Birlikte Gerçekleşmesi Gerektiğini Belirtmiştir.
4857 Sayılı yasanın 2. Maddesine göre “İşletmenin ve işin gereği ile teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren işler dışında asıl iş bölünerek alt işverenlere verilemez.”
Yargıtay yerleşmiş kararlarına göre “Alt işverene yardımcı iş, ya da asıl işin bir bölümü, ancak teknolojik nedenlerle uzmanlık gereken işin varlığı halinde verilebilecektir. 4857 sayılı İş Kanununun 2. maddesinde asıl işveren alt işveren ilişkisini sınırlandırılması yönünde yasa koyucunun amacından da yola çıkılarak asıl işin bir bölümünün alt işveren verilmesinde “işletmenin ve işin gereği” ile “teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren işler” ölçütünün bir arada olması gerektiği belirtilmelidir”.[20]
3.Yardımcı İşlerin Muvazaalı Olarak Alt İşveren Verilmesi Geçersizdir.
Yasa asıl işin bölünerek alt işverene verilebilmesini “işletmenin ve işin gereği ile teknolojik nedenlerle uzmanlık” gerektirme koşullarını ararken yardımcı işlerin alt işverene verilmesinde yasaya karşı hile yapılmasını da yasaklamıştır. İşverenin yardımcı işte olsa muvazaalı olarak yardımcı işleri alt işverene vermesi işı, yada yardımcı işte iş alıyormuş gibi gösterip işçileri asıl işlerde çalıştırması (muvazaa) geçersizlik nedeni olarak kabul edilmiştir. Yargıtay’a göre; ” İş Kanunu’nda yardımcı işlerin alt işverene verilmesinin herhangi bir koşula bağlanmaması nedeniyle, bu nevi işlerin muvazaa olmaması kaydıyla alt işverene devri sebebiyle iş sözleşmesinin feshedilmesi hâlinde, feshin geçerli nedene dayandığı kabul edilebilir”[21]
Yargıtay yardımcı işlerin alt işverene verilmesinde asıl işin bölünerek alt işverene verildiği durumların aksine daha geniş bir yorum yaparak alt işveren ilişkisinin muvazaaya dayandığını gösteren somut olguları işverenin denetim yetkisi olarak değerlendirmiştir.[22] Yargıtay’a göre; yardımcı işin verildiği “idari ve teknik şartnamelerde yüklenicinin eleman seçiminde ve değişikliğinde idarenin uygun görüşünü alacağı, görev yerlerinin yüklenicinin bilgisi olmadan değiştirilmemesi, yıllık izin kullanma sürelerinin belirlenmesi konusunda idarenin bilgisi ve isteği doğrultusunda hareket edilmesi gibi düzenlemeler yer almakta ise de asıl işverenin denetim yetkisi, işyeri güvenliği ve işçilik alacaklarına karşı müteselsil sorumluluğu nedeniyle bu tür düzenlemelere yer vermesi olağan karşılanmalıdır.”[23]
SONUÇ:
Aslında alt işveren uygulamasının yıllar içerisinde kimlere hizmet ettiği, çalışma yaşamında işçiler açısından yaratmış olduğu olumsuzluklar somut uygulamalar, yargı kararlarıyla defalarca gün yüzüne çıkartılmıştır. Tuzla’da yaşananlar da bu alanı bilenler için hiç de sürpriz değildir. Konu sadece tersanelerle sınırlı bir uygulamada değildir. Alt işveren uygulaması devlet eliyle başlatılmış, imzalanan uluslararası sözleşmelere, yasal değişikliklere, yargı kararlarına inat sürdürülmüş, halende sürdürülmektedir. Bir başka anlatımla siyasi iktidarlar, alt işveren aracılığı ile işgücünün ucuzlatıldığı, kontrol altında tutulduğu bir istihdam politikasını bilinçli bir şekilde tercih etmişlerdir. Sorunun kaynağında bu tercih bulunmaktadır, dolayısıyla çözümü de siyasi olacaktır.
Daha açık anlatımla çalışma yaşamını cenderesine almış olan diğer sorunlar gibi alt işveren uygulamasının yaratmış olduğu sorunlarında çözümü, çalışanların ellerini kollarını bağlayan, kolektif haklarının kullanılmasını olanaksız hale getiren bilinçli bir tercihle yaratılıp ısrarla sürdürülen yasaklarla donatılmış Sendika, Toplu pazarlık sisteminin bu yasaklardan kurtarılmasında yatmaktadır. Hiçbir siyasi iktidar bu doğrultuda bir tercih ortaya koymamıştır. Görünen o dur ki bu siyasi irade çalışanlar tarafından meşru mücadele araçlarıyla yaratılmadığı sürece de kendiliğinden hiçbir siyasi iktidar yasakların kalkması doğrultusunda bir tercih yapmayacak, bu konudaki talepler, memleketin sosyal içtimai durumu tekerlemesine bağlı olarak yüz yıldır ertelendiği gibi yine ertelenecektir. 04.01.2014
* Bu makale daha önce Tes İş Dergisinin Mayıs 2008 tarihli sayısında s.109 vd. aynı başlık altında yayımlanmış olan çalışmanın Yargıtay’ın konuya ilişkin vermiş olduğu son kararlar son gelişmler dikkate alınarak yeniden düzenlenmiş halidir.
** Çalışma ve Toplum Dergisi Yayın Yönetmeni.
[1] Faruk Çelik, “Sunuş”, “Alt İşverenlik” Çalışma Meclisi Hazırlık Toplantısı Raporu, Ankara 2013
[2]Miguel Rodriguez, Pinero Bravo, Ferrer, “İş yaratma Politikalarında İş Hukukunun ve Endüstriyel İlişkilerin Rolü, Editör,Marco Biagi, İş Yaratma ve İş Hukuku Korumadan Öngörülü eyleme, MESS Yayın No:405 s. 31
[3] a .g. e s. 31
[4] Gamze Yücesan Özdemir, “Despotik Emek Rejimi Olarak Taşeron Çalışma”, Çalışma ve Toplum Dergisi, 2010/4 sayı:27, s.37 “Emek süreci, hem artı-değerin hem de egemenlik ilişkilerinin başlangıç noktasıdır. Marx’ta, emek sürecinin, kapitalizmin tahlilinin ve sınıf mücadelesinin ilk noktası olarak düşünülmesinin en önemli nedeni de budur. Kapitalist emek süreci, artı-değer üretme süreci (değerleme süreci) ile birlikte bir bütün oluşturmuştur. Diğer bir deyişle, kapitalist emek sürecinde, işçi, kullandığı üretim araçlarından tümüyle koparılmış olarak kapitalistin denetiminde çalışmakta ve artı-değer üretmektedir. Marx için artı-değer üretimi, yalnızca sermayenin karının kaynağını değildir; aynı zamanda acımasız egemenlik mantığını da içermektedir. Kapitalist emek süreci, yalnızca üretim ilişkilerinin yeniden üretim alanını içermez; aynı zamanda siyasal süreçleri de içerir. Dolayısıyla, emek süreci teorisi, kapitalist emek sürecinin ve işyerinde üretilen ve yeniden üretilen teknik ve toplumsal ilişkilerin, sınıf ilişkileri ve kapitalizmin ekonomi politiği içinde anlaşılabileceğini vurgulamaktadır”
[5] Erinç Yeldan, “Küresel Durgunluk üzerine yeni Yorumlar”, Cumhuriyet Gazetesi 30.01.2008 s.13
[6] Tuzla Tersaneler Bölgesi’ndeki Çalışma Koşulları ve Önlenebilir Seri Is Kazaları Hakkında Rapor DISK / Limter-Is (Liman Tersane Gemi Yapım ve Onarım Isçileri) Sendikası TMMOB-İstanbul İl Koordinasyon Kurulu İstanbul Tabip Odası İstanbul İşçi Sağlığı Enstitüsü 22 Ocak 2008, s.56
[7] Şen Sabahattin, a. g. e., s 25-33
[8] Şen Sabahattin, Taşeronluk, ( Alt İşverenlik) ve Endüstriyel İlişkilere Etkileri, Selüloz İŞ Sendikası Yayınları, İstanbul, 2002. , s 79
[9] a. g. r. s.31,32
[10] Kocaeli 3. İş Mahkemesi 2006/614-628 E. Sayılı dosyalar
[11] Kocaeli 5. İş. Mah. 2013/353 E. Sayılı Dosyası, İtalik, altı çizili yerler ve karartılarak vurgulanan yerlere dokunulmamış, metin aslına birebir uygun alınmış, sadece firma ismi çıkartılmıştır. .
[12] Erdut Tijen, Yeni Teknolojilerin İş İlişkileri Üzerindeki Etkisi, TÜHİS Yayını, İzmir 1998 s. 100
[13] Erdut Tijen, a. g. e. s.100
[14] Tuğrul Kutadgobilig “Üçlü Danışma Kurulu-12.02.2013”
[15] bkz. Çelik Nuri “ Türk İş Hukukunda Asıl İşveren – Alt İşveren İlişkisinden Doğan Bazı Uygulama Sorunları”, Münir Ekonomi 60. Yaşgünü Armağanı, Ankara 1993, s. 163-178, Şen Sabahattin, a .g. e. , Canbolat Talat , “ Alt İşveren Kavramı ve Uygulama Sorunları “ TÜHİS İŞ Hukuku ve İktisat Dergisi Cilt: 14 Sayı 2-3, Mayıs – Ağustos 1997, s.14
[16] Şen Sabahattin, a. g. e s70.
[17] Canbolat Talat a. g. e s.28
[18] Y.9.H.D,E.No:2007/6094 K. No:2007/10224 ,T,10.04.2007 “Davacının çalıştırıldığı ve ihale ile alt işverenlere verilen temizlik ve çöp toplama işinde çalıştıkları uyuşmazlık dışıdır.Davacının çalıştırıldığı ve ihale ile alt işverenlere verilen temizlik ve çöp toplama işinin çöp toplama işinin davalı Belediyenin asıl işlerinden olduğu ve 4857 sayılı İş Kanunu’nun 2/6-7 maddeleri uyarınca bölünerek alt işverenlere verilemeyeceği sabittir. Ancak yukarda belirtildiği gibi, 5393 sayılı yasa, davalı Belediye’ye asıl işi olan temizlik ve çöp toplama hizmetini, alt işverene verme olanağı tanımıştır. Davalı Belediye Başkanlığı’nın bu yasa kapsamında temizlik ve çöp toplama hizmetini üçüncü kişilere gördürmesi kural olarak geçerlidir. Bu nedenle mahkemenin davalı Belediye’nin asıl işlerinden olan temizlik işini alt işverene devretmesinin mümkün olmadığı, işçilerin ve işyerinin aynı kalması nedeni ile davalı Belediye ile taşeron şirketler arasındaki sözleşmelerin muvazaaya dayandığı gerekçesi yerinde görülmemiştir.Ne var ki, davacı ve diğer işçilerin Belediye Yasasından önce davalı Belediye’nin asıl işinde çalışması ve ayrıca yasa çıktıktan sonra davalı ile dava dışı alt taşeron ırasındaki temizlik işi ihalesinin uzatılmış hali ile 28.02.2006 tarihine sona ermesi ve davacının bu tarihten sonra yeni ihalenin yapıldığı 01.05.2006 tarihine kadar ihale yapılmadan davalı Belediye işyerinde çalıştırılması ve bu süre zarfında davalı Belediye Başkanlığı işçisi alması karşısında, asıl işveren işçilerinin alt işveren tarafından işe alınarak çalıştırılmaya devam ettirilmesi nedeni ile davacının Belediye Başkanlığı işçisi olarak çalıştığının kabulü gerekir. Ayrıca 5393 sayılı Belediye Kanunu 67. maddesindeki düzenleme ile , 4857 sayılı İş Kanunu’nun 2/6 maddesindeki sınırlamalara bakılmaksızın asıl işin(hizmetin) alt işverenlere verileceği kuralına yer vermiştir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, asıl işin hizmet alımı yolu ile ihale edilmesidir. Yapılan ihalede, ihale yapan Belediye tarafından araç temini sağlanır, asıl işte alt taşeron işçileri ile Belediye işçileri birlikte çalışıyorlar, yönetim hakkı Belediye de, kısaca ihale işçi teminine yönelik ise, Belediye ile ihaleyi alan kişi arasında alt işveren-asıl işveren ilişkisinden söz edilemeyecektir. Somut uyuşmazlıkta, alt işveren işçilerinin devam ; cetveli ve devamsızlıklarının davalı Belediye Başkanlığı tarafından tutulduğu, asıl işverenin talimatı ile işçilerin iş sözleşmelerinin feshedildiği, alt işveren işçilerinin kullandığı araçların Belediye Başkanlığı tarafından temin edildiği anlaşılmaktadır. Bu maddi ve hukuki olgulara göre, davacı başlangıçtan itibaren Belediye Başkanlığı işçisidir. Muvazaa olgusunun bu gerekçe ile kabul edilmesi gerekirdi.” ÇT s.15 s 284
[19] Yasanın gerekçesine gör; “Asıl işveren-alt işverenin ilişkisinin tanımı unsurlarıyla birlikte açıklanmış, unsurlarında mevcut esaslar korunmakla beraber, görüş ayrılıklarına sebep olan bir konu da kavram açısından daraltıcı etkiye sahip bir hüküm haline getirilmiştir”
[20] Y.9.HD.E., 2007/42564,K, 2009/10854, T. 16.04.2009, Çalışma ve Toplum Dergisi, sayı 24, 2010/1, s.342
[21] Y.9.HD. E.,2009/19368, K., 2010/11949, T, 03.05.2010 yayımlanmamış karar
[22] Y.9.HD.E. 2009/50102, K., 2010/6641, T. 15.03.2010 yayımlanmamış karar “Muvazaa Borçlar Kanununda düzenlenmiş olup, tarafların üçüncü kişileri aldatmak amacıyla ve kendi gerçek iradelerine uymayan ve aralarında hüküm ve sonuç meydana getirmesi arzu etmedikleri görünüşte bir anlaşma olarak tanımlanabilir. Üçüncü kişileri aldatmak kastı vardır ve sözleşmedeki gerçek amaç gizlenmektedir. Muvazaanın ispatı genel ispat kurallarına tabidir. Bundan başka 4857 sayılı İş Kanununun 2. maddesinin 7. fıkrasında sözü edilen hususların adi kanuni karine olduğu ve aksinin kanıtlanmasının mümkün olduğu kabul edilmelidir”
[23] Y.9.HD.E. 2009/50102, K., 2010/6641, T. 15.03.2010 yayımlanmamış karar