Çalışma Ekonomisi Doktoru ve Evrensel Yazarı Murat Özveri’nin 2 yıldan fazla bir süredir üzerinde çalıştığı Türkiye İşçi Hukuku kitabı yayımlandı. Özveri, kitabının adından da anlaşıldığı üzere işçisiz iş hukukuna itirazın bir parçası olduğunu ifade ediyor. Kitabın her bir satırında gerçek hayatın içinden örneklerle işçilerin yaşadığı hak kayıplarını anlatırken, bir taraftan da duruşma salonlarında onları savunmaya çalışan genç meslektaşlarına sesleniyor.
Türkiye İşçi Hukuku kitabı hangi ihtiyacın sonucunda ortaya çıktı?
Tek bir cümleyle 1980 ile birlikte başlayan ve son yıllarda doruk noktasına çıkan “işçisiz iş hukuku” diye özetleyebileceğimiz sürece bir itiraz çabasından çıktı. Her satırında bir işçinin duruşma salonlarında ya da dava süreçlerinde uğradığı hak kayıplarını gideremeyen bir avukatın itirazı var. Ben kendimi yenilgi döneminin hukukçusu olarak tarif ediyorum ve çok ciddi hak kayıpları yaşadığımızı düşünüyorum. Bırakalım sendikaların örgütlenme hakkını, bireysel iş hukuku alanında işçinin anasının ak sütü gibi helal olan çalışması karşılığında alması gereken ücretini, fazla çalışmasını, sağlığını korumak için var olan bir hukuku hayatın içerisinde bu amaca uygun bir biçimde var edememenin sancısı, acısı var. Bu duruma karşı bir itiraz olduğunu söyleyebiliriz.
Bu kadar kapsamlı bir kitabı ne kadar sürede yazdınız ve bu süreçte neler yaşadınız?
Redaksiyon ve basım aşamasıyla birlikte yaklaşık 3 yıllık bir süreç içerisinde çıktı. Bunu yazım süresi için söylüyorum çünkü değerli dostum Aziz Çelik’in de dediği gibi arkasına bakarsanız 37 yılda çıktı bu kitap.
“Yenilgi yıllarının avukatıyım” dediniz. 37 yıllık deneyiminizde iş hukuku açısından neler değişti?
Birincisi iş hukukuna hakim ilkeler tartışılır oldu. İş hukukunda bir normun nasıl yorumlanması gerektiğini belirleyen ve 100 yıl içerisinde oluşmuş temel nirengi noktaları erozyona uğratıldı. İş hukuku, işçi ve işveren arasında denge sağlayan bir hukuk dalı olarak tarif edildi böyle algılanmaya başladı. Zaman zaman sendikacıların, iş hukuku alanında çalışan meslektaşlarımın dilinden bile duymaya başladım bunu. O yüzden de ilk itirazımız kitabın adıyla başladı. “İş hukuku” değil, “işçi hukuku” ve yazmaya başlayınca öğrendim ki 1914-1919 yılına kadar da işçi hukuku diye tanımlanmış.
İkincisi soyut değil işçinin haklarının bu şekilde ortadan kaldırılmasının sorumluları var. Kitabın iç kapağında 1944 yılında çizilmiş bir karikatür var. Patron, çalışma bakanı işçiyi örsün üzerine yatırmış ve dövüyorlar. İşçinin hak kaybına uğramasının sorumluları tabii ki patronlar ve sermayenin bu istemlerini hukuki planda var eden bir devlet politikası ve süreklilik gösteriyor. İktidarda hangi partinin olduğu fark etmeksizin o nedenle devlet politikası diyorum. Bu politikanın özü ucuz işçilik. Ucuz işçilik üzerinden yapılan istihdamın aynı zamanda iş hukukunun dokunamadığı bir alan yaratılmasına da itiraz etmek gerekiyordu.
Çünkü iş hukukunun işçinin ruhsal, sosyal, fiziksel iyi halini yani kısacası sağlığını üretim süreci içerisinde zarara uğratmayacak bir iş organizasyonunu, işçinin çalışması karşılığında kendisi ve ailesini insan onuruna yaraşır bir gelirle, örgütlenme hakkına da sahip olarak çalışma hayatında var olmasını sağlaması gerekir. Uluslararası sözleşmelerde de elverişli çalışma koşulları ve insan onuruna yakışır bir gelirle çalışma hakkının gerçekleştirilmesi temeldir. Bu hukuki çerçeve ile ucuz işçilik üzerinden küresel piyasalarda rekabet etmeyi önceleyen bir politika çelişkisi sermaye birikimini tamamlayamamış bir ülkede bu birikimin sağlanması için en önemli rekabet unsuru olarak işçinin baskılanması, iş hukukunun doğasına aykırıdır. Fakat iş hukuku açısından normalmiş gibi bir hukuk pratiği sürdürülüyor ve buna da itiraz etmek gerekiyordu. Bunu yapmaya çalıştım.
Peki bu itirazların kimler tarafından bilinmesi, benimsenmesi ve yinelenmesi gerekir?
Önce işçiler tarafından. İşçiliğin bir hukuki statü olduğu, meslek olmadığının kavranması gerekiyor. Bu sınıfın kendi içinde birliğinin sağlanması için oldukça önemli. Biz 1980 sonra çok sık duymaya başladık. Ücretli avukatlar, ücretli mühendisler, ücretli öğretmenler yok böyle bir hukuki kategori çünkü bağımlı çalışan herkes mesleği ne olursa olsun; mühendis olabilir, doktor olabilir, dokumacı olabilir, işçidir. İşçilik bir hukuki statüdür ve hukuki statü hakları ve borçları belirler. Diğerleri ise çok önemli tabii doktorun doktor olması, avukatın avukat olması kolay değil, dökümcünün iyi bir dökümcü olması da kolay değil ama bunlar meslektir. Meslek farklı hukuki statü farklıdır. Bir mal veya hizmet üretimi için gerekli yeteneğe, özelliklere sahip olunduğu andan itibaren adı artık meslek olur. O işi, mal veya hizmeti niteliğine uygun şekilde üretebilme yeteneğine becerisine sahip olduğunu gösteren bir sıfattır. Ancak bağımlı çalışmada bu farklılaşmaları haklar ve borçlar ekseninde ortak paydada bir araya getirecek olan işçi statüsüdür. O yüzden bu kitapta da “İşçi olduğunu kabul etmeyen işçiler” diye bir bölüm açmak zorunda kaldık. Öncelikle işçiler işçiyim demekten, bir anlamda gocunmayı bırakmalıdır çünkü bu küçültücü bir şey değil aksine çok önemli bir hukuki statü. Öyle ki hakları bu statüye göre belirleniyor.
“TÜRKİYE’DE DAVA KAYBEDEN HER İŞVEREN YÜZDE 30 İLE YÜZDE 60 ARASINDA KÂRDADIR”
İkinci olarak emekten yana mücadele veren ve onlarla birlikte yürümekten her zaman gurur duyduğum meslektaşlarım bir arayış içerisinde, onlar da benim yaşadığım sancıyı yaşıyor, duruşma salonlarından demoralize çıkmanın sancısını yaşıyor. Her işçi kazandığı davada, kazandığı işçilik alacakları yani tazminat, fazla çalışma gibi eğer çalışırken işveren tarafından ödenseydi eline geçeceği tutarla, yargılama sonrası eline geçen tutarı faizler dahil karşılaştırdığınızda; bu hesaba göre Türkiye’de dava kaybeden her işveren yüzde 30 ile yüzde 60 arasında kârdadır. Yani işçiler kazandıkları davalarda dahi reel olarak kayba uğruyor. Bunu engelleyecek bir sistem gelişmediği gibi tam tersine ara buluculuğun dava şartı haline getirilmesi, ihtiyari ara buluculuğun dayatılması ile işçiler mağdur ediliyor. Bu mağduriyetlerin giderilmesi için sırtına cübbeyi giyip o duruşma salonunda ter döken meslektaşlarımın da bir nebze olsun sesi olmak. Onlara da ilkelerle, bilimsel verilerle, hukuki gerekçelerle “Biz haklıyız” demeye çalıştım. Eminim benden sonra genç meslektaşlarımda eksik bıraktığım yerleri dolduracaklardır çünkü gerçekten haklıyız. Haklı tarafta olmamıza karşın güçlü taraftan hep dayak yiyoruz. Dayak da yesek o haklı mevziimizden bir santim geriye gitmeyelim isterim. Bu hakkın sahipleri de bunu görsünler. Bu kitapta 16 yıldır davayı kazanmış, mahkeme kararı, icra takibi kesinleşmiş 8 defa satış aşamasına getirilmiş ama pek çok ayak oyunu nedeniyle haklarını alamamış işçilerin beni savcıya şikayet ettikleri dilekçe dahi bulunuyor. Asla o işçileri kınamıyorum, 16 yılda ben bu alacağı tahsil edemedim, o tersane hâlâ orada duruyor. Daha dün o işçilerden biri sordu, yok mu bir haber diye. İşçi alacaklarının 1936’dan beri güvencesiz bırakılması, burada uzayan davalar karşısındaki haklılığımızı ortaya koymaya çalıştım
Bu kitapta bir iş hukuku kitabından beklenenden daha farklı olan, hem içeriği ve hem de diline ilişkin ne söylemek istersiniz?
Ben de her yazar gibi anlaşılır bir dil kullanmaya çalıştım. Bu hukuk dalının kendine özgü bir dili var, o dili deforme etmemeye çalıştım ama aynı zamanda o dilin anlaşılabilmesi için kimi kavramları anlatmaya gayret ettim. Kitapta yüksek yargı kararları da var. Eğer karar olumluysa neden öyle olduğunu ama karara katılıyorsam eleştirilerimi de ortaya koymaya çalıştım. İşçisiz iş hukukunu yeniden işçiyi koruyan bir hukuk dalı haline getirmek sorumluluğu hepimizin üzerinde bunun pratiğini ortaya koymaya çalıştım. Kitaptaki Osmanlıca kaynaklar dışında hiçbir kaynak ikincil kaynak değil, hiçbir olay kurgusal değil. Mutlaka somut bir olay örneği vermişsem, esas numarası karar numarası ve mahkemesini de verdim. Hayatın içinde yaşadıklarımı yansıtmaya çalıştım ama dediğim gibi ne kadar yansıtabildiğim tartışılabilir.
TÜM GELİRİ CERENLER VAKFINA BAĞIŞLANACAK
Bu kitabın bir başka yönü de tüm gelirinin Cerenler Vakfına bağışlanacak olması, buraya ilişkin neler söylemek istersiniz?
35 öğrencimiz var ve ayda 2 bin 500 lira burs veriyoruz. Bizim için bu bir görev onlar için ise hak. Seneye daha fazla öğrenciye daha fazla miktar vermemiz gerekiyor. Bu da ancak dayanışma ile mümkün oluyor. Kitabın her bir kuruşu Cerenler Vakfına gidecek. Geleceğimizi örecek olan yetenekli genç arkadaşlarımızın eğitim haklarına bir nebze olsun katkı sağlamaya çalışacağız.
18 Aralık 2023, Evrensel Gazetesi