İnsanın öz güvenli olması, kendi gücünün farkında olması, gücünün sınırlarını bilmesi kuşkusuz iyi bir şeydir. İnsan kendi gücünü pratiği ile keşfeder. Emekleyen bir çocuğun ilk kez ayağa kalktıktan sonra attığı her adımda cesaretinin artarak yürümeyi normalleştirmesi sadece fiziksel gelişimle ilgili değildir. Yürümeyi öğrenmek insanın gücünün farkına varmasının da ilk adımıdır.
Doğal koşulların insanın önüne koyduğu engelleri her aştığında artan öz güven, yine doğal koşulların aşılamayan sınırlılıkları kabul edilmesiyle birlikte bir dengeye oturur. Aştığı engeller öz güveni, aşamadığı engeller kendisini sınırlandıranı kabule, bu güce saygı duymaya ve insanın uzlaşma aramasına neden olur.
Doğal koşullar hatır tanımaz. Ayrım yapmaz. Torpil kabul etmez. Genç, yaşlı, zengin, yoksul, ayırmaz. Yağmur sadece yağması için gerekli koşullar oluştuğunda yağar. Yağdığı zaman da, herkesi her şeyi ıslatır.
İnsanın gücünü veya güçsüzlüğünü keşfetmesi sadece doğayla olan ilişkileriyle sınırlı bir süreç değildir. İnsan sosyal ilişkileri içerisinde de doğayla girdiği ilişki gibi bir süreci yaşar ancak sonuçları doğayla girdiği ilişkiden bambaşkadır.
Sınıflı toplumda sosyal ilişkiler üzerinden gücün keşfedilmesi eşitliği yadsır. Güç, bir başka insan üzerinde iktidar kurmanın temel aracı haline gelir. Sosyal ilişkilerde iktidar ilişkisi birden fazla insanın bir arada olduğu her sosyal zerrede kendisini gösterir. Ana-baba güç ve iktidar sahibidir. Ataerkil toplumsal aşamayla birlikte koca, kadın üzerinde ve tüm ailede iktidarın başıdır. Kardeşler doğum sırasına göre hiyerarşik bir düzen içerisinde sıralanırlar. Büyük, küçük kardeşin üzerinde sınırları geniş veya daraltılmış olsun iktidar sahibidir. Bu iktidar büyük kardeşin fiziksel olarak daha önce gelişmiş ve güçlü olmuş olmasıyla önce kendi doğallığı içerisinde, ilerleyen zamanda ise büyük kardeş-küçük kardeş olarak tanımlanan sosyal rollerle meşrulaştırılarak sürdürülür.
Eşitliği dışlayan sosyal ilişkilerde bu ilişkilerin kendisi bir yandan gücün keşfine bağlı öz güveni diğer yandan kendisinden daha güçlü karşısında güçsüzlüğün keşfini bir arada yaşatır. Öz güven kendisinden güçsüz karşısında öne çıkarken, kendisinden güçlü karşısında güçsüzlüğün keşfi korkuyu, boyun eğme duygusunu besler. Sosyal ilişkilerde düzen sağlama iddiasında olan hukuk devreye girerek hiyerarşinin sürmesini şansa bırakmayarak yaptırım getirdiği kurallar aracılığı ile güvence altına alır. Unutulmamalıdır ki hukuk sadece yasalar değildir, gelenekler, yazılı olmayan genel kabul görmüş tüm kurallar bütünüdür.
Doğanın karşısında sınırlılıklarını keşfedip, doğaya saygı duyarak uzlaşan insan, doğa karşısındaki güçsüzlüğü nedeniyle öz güven yitimi yaşamaz. Sadece kendi gücünün sınırlılığını kabul eder. Bir insan karşısında güçsüzlüğünü keşfeden insan ise güç sahibi insanın bu gücü her an bir tehdide dönüştürebileceğini her aşamada hissettirmesi nedeniyle, güç karşısında öz güvenini yitirir. Var olmak için ya bu güçle çatışacaktır ya da bu güce tabi olmayı kabul edip kendisinden üstün gücün çizdiği sınırlar içerisinde yaşamayı içine sindirecektir. Çatışma yok olma, dışlanma, aşağılanma riskinin göze alınmasını gerektirir. Asıl amacı yaşamı sürdürmek olan insan doğası insanı olabildiğince bu çatışmadan uzak tutar. Kabullenme, güce şirin gözükme, gücün üretim sürecinde güç sahibinin değirmenine su taşımayı görev edinme, yalakalık yapma, kraldan çok kralcı kesilme bu ilişkinin sık rastlanan dışa vurumlarıdır.
İnsanın kendisinden üstün insani bir güç karşısında girdiği bu ilişki tam bir kişilik yarılmasına neden olur. Güç, sahibinde güce tapma, gücü her koşulla elde tutma duygusunu körüklerken, gücün nesnesi olmuş insanda bir başkası tarafından özgürlük alanının sınırlandırılmasına karşı dile getirilmeyen bir öfkenin kökleşmesine enden olur. Bu öfke ile kendisinin iktidar sahibi olduğu mikro alanlarda sertleşir, güçlü karşısında yitirdiği öz güveni kendisinden daha güçsüzlere uyguladığı şiddetle kazanma gayreti içerisine girer. Otoriter sert baba, koca, anne, ağabey, abla, makro düzeydeki güce bağlı iktidar ilişkisinin günlük yaşamda mikro düzeyde üretilmesidir.
Çatışmaya girmeden düzenin sürmesi için her zaman gücü dışa vuran simgeler ve dil kullanılmıştır. İktidarın dili üstencidir. Konuşmaz, lütuf eder. Buyurgan ve kesindir. Söylediklerinin dinlenmesini, tartışılmamasını hissettiren bir düzeyde ve buna uygun bir vücut diliyle söylenir. İtiraz anında gücün devreye gireceği hissettirilir. Had bildiren, karşısındakinden güçlü olduğunu hissettiren bir tonu vardır.
Kılık kıyafetler, günlük yaşamda kullanılan tüketim nesneleri de gücün görünürlüğünü arttıran önemli kodlardır. Dolayısıyla iktidar sahiplerinin normal insanlardan farklı giysiler giymesi, semboller kullanması, kral padişah kıyafetleri, rahip cübbeleri, saraylar, tapınaklar, ulaşılması zor mekanlar sadece güvenlik işlevi görmez, gücün görünür olmasını da sağlar. Böylece güç sahibi çatışmadan gücü sürekli anımsatarak düzenin sağlamasını sağlar. Bugün giysilerin, tapınakların yerini marka giysiler, marka ayakkabılar, marka telefonlar, marka mahaller almıştır.
Öte yandan insanlık tarihi boyunca insanın insan karşısında güçsüz kılınmasına karşı hep bir itiraz olmuştur. Bu itirazlar kimi zaman güç sahibini bir başka adil, hesap sorucu güç olduğu varsayımı üzerinden kontrol etmeyi hedeflemiştir. Saray ağalarının cuma namazına giden padişah önlerinden geçerken hep bir ağızdan söyledikleri “Mağrur olma padişahım senden büyük Allah var” sözü gücü terbiye etme çabasının bir örneğidir. Bir başka örnek insanın dünya nimetlerinden kendisini olabildiğince uzaklaştırarak güce olan bağımlılıktan kurtulup özgürlük alanını genişletmeyi çözüm olarak almasıdır.
Gücü güç sahibinde bulunması gerektiğine inanılan değerler sistemi üzerinden sınırlamaya dönük pratikler etkili olamamıştır. İnsanlığın tarihsel gelişimi içerisinde insanların dokunulamayan hakları olduğu, hukukun bu hakları koruması ve bu haklar aracılığı ile gücün sınırlandırılması gündeme gelmiştir. Kişilerin vazgeçilmez, devredilmez, dokunulmaz haklarla doğduğu kabulüne dayanan temel hak ve özgürlükler seti en başta siyasi iktidar olmak üzere tüm iktidar biçimlerini hukuk aracılığı ile sınırlama çabasıdır.
Bir yere kadar etkili ve önemli olan temel haklar ve özgürlükler üzerinden gücün sınırlandırılması, sosyal ilişkilerde eşitsizliğin temel kaynağı olan üretim biçimini sorgulamadığı için de eksik ve yüzeysel düzeyde kalmıştır. Bu nedenle sosyalizm hem iktidarın gerçek anlamda demokratikleştirilmesi hem üretim biçiminden kaynaklanan eşitsizliklerin ortadan kaldırılarak insanın özgürleştirilmesi projesidir.
Yirmi birinci asırda insanın özgürleştirilmesi için hemen her şey denenmiştir. Yetmiş yıllık bir parantez dönemi olan sosyalist pratikten hareketle insanın özgürleşmesi isteminden vazgeçmesi aklın inkarıdır. Halen Rosa Luxemburg’un 1915’te dillendirdiği “Ya sosyalizm ya barbarlık” sloganı güncelliğini ve geçerliliğini korumaktadır. Halen insanlığın önünde acil, güncel ve ertelenmez bir şekilde “Ya sosyalizm ya barbarlık” sloganında dile getirilen çelişkinin barbarlık lehine çözülmemesi görevi durmaya devam etmektedir.
12 Temmuz 2023, Adaletin İş Yüzü, Evrensel Gazetesi