İçim rahat, huzurlu bir güne başladım. Etrafı savaşlarla çevrili bir coğrafyada kutuplaştırmanın doruğa çıktığı bir seçim kampanyası sonrası barışa uyanmak büyük bir nimet. Hiç kimsenin burnu kanamadan milyonlarca insanın sandıkta oyunu kullanıp, ertesi gün siyaseten tam zıddını savunduğun komşunla sıcak bir selamlaşma yapmak da bir başka büyük nimet.
Konuyu seçim sonuçları üzerinden değerlendirdiğimde ise açık söylemem gerekirse aklım erdiği tarihten bugüne kadar tüm seçimlerde yaşadığımı bir kez daha yaşadım. Yine kaybeden taraftayım. İtiraf edeyim ki şaşırmadım. Üstelik karamsar da değilim.
Biliyorum ki bir fikir ancak kitlelerce benimsenirse ve benimsendiği ölçüde siyasal bir güç olabilir ve ancak bu durumda dönüşümleri de beraberinde getirir.
İnsanlığın gelişim sürecinde sömüren sömürülen ilişkisinin ortaya çıktığı günden bugüne sömüren sömürülen ilişkisinin kendisi doğası gereği içinde adaletsizlikleri barındırmaktadır.
Sömüren sömürülen ilişkisinin yarattığı adaletsizlikler, insanın kendisini özgürce gerçekleştireceği bir dünyada kendisi olarak yaşama hakkını ortadan kaldırarak, insanın özgürleşmesine, kısaca insanın insanlaşmasına set vurmaktadır.
İnsanın özgürleşmesi için ezen-ezilen ilişkisinde ezilenlerin bu ilişkiye itiraz etmeleri, bu ilişkinin doğasında yer alan adaletsizlikleri kabul etmemeleri gerekir. Bu itirazın önünü almak isteyen sömürenler sistemin devamını sağlamak için sömürülenlere içinde bulundukları adaletsizliğin doğal olduğuna inandırmak için onlarca yol ve yöntem geliştirip binlerce yıl uygulamışlardır.
Günlük yaşamını sürdürmek zorunda olan sömürülenler için, bir parça nefes almalarını sağlayan ve bizzat sömürenler tarafından tanınan olanaklar gerçek adalet gibi sunulmakta, kitleler çok değişik yoldan bu iyilikseverliğe minnet duymaya yönlendirilmektedir.
Hiçbir sömürü ilişkisi baskı ve zor olmadan sürekli olarak devam ettirilemeyeceği için, her zaman baskı ve zor aygıtı hazırda tutulmakta yeri geldiğinde acımasızca devreye de sokulabilmektedir.
Tüm bu süreç içerisinde sömürülenler kendilerini sömürenlere benzemeyi, ezen ezilen ilişkisinde ezen olabilmeyi bir kurtuluş olarak görebilmektedir. Ezilen olmaktan kurtulmanın yolunu sınıf atlamakta, kısa yoldan zengin olmakta arayabilmektedir. Bu şekilde kurtulmak için, güç sahibi olanlara yakın olmayı, gerektiğinde bu gücün nimetlerinden yaralanabilmeyi düşünmekte, ezenlere benzemeyi içinde bulundukları adaletsizliklerden kurtulmanın en kestirme çözümü olarak kabul edebilmektedirler.
Ezen-ezilen ilişkisinde oyunun kuralını ezenler belirlemektedir. Aslında bu kuralların her birisi sonuç olarak bir insanın bir başkasına kendi seçimini dayatması anlamına gelmektedir. Bu dayatma sadece ezenler tarafından yapılmamakta, ezen ezilen ilişkisine karşı çıkış aşamasında da dayatma kendisini gösterebilmektedir. Bu durum iki sonucun doğmasına yol açmaktadır. Bu iki sonucu Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi isimli kitabında şu sözlerle dile getirmiştir:
“Ezilenler, yabancılaşmanın etkisiyle ne pahasına olursa olsun ezene benzemek, onu taklit etmek, onu izlemek isterler. Bu olgu özellikle üst sınıfın “mümtaz” insanlarına denk olma özlemini duyan orta sınıf ezilenlerde hakimdir.”*
Freire’nin işaret ettiği ikinci olgu çok daha çarpıcıdır. Ezilenlerin safına geçenlerin yanılgısını şöyle förmüle eder:
“Öte yandan ezilenlerin safına geçenler adaletsiz düzeni dönüştürmeyi hakikaten arzularlar. Ama kökenleri yüzünden, dönüşümün uygulayıcılarının kendileri olması gerektiğine inanırlar. Halk hakkında konuşurlar, fakat ona güvenmezler. Oysa halka güvenmek, devrimci değişimin olmazsa olmaz ön koşuludur. Gerçek bir hümanist, halkın mücadelesine katılmasına neden olan, halka duyduğu güven ile ayırt edilebilir, bu güven olmaksızın halk adına yaptığı binlerce eylemle değil.
Kendilerini gerçekten halka adayanlar, sürekli olarak kendilerini yeniden sınamalıdırlar. Bu saf seçimi kaypak davranışa izin vermeyecek ölçüde radikaldir. Bu kendini adamayı törenle yapıp da aynı zamanda kendini, -halka verilmesi (ya da dayatılması) gereken- devrimci bilgeliğin sahibi olarak görmek, eskiyi olduğu gibi sürdürmek olurdu. Özgürleşme davasına adanmışlığını ilan eden, ama henüz tamamen cahil saymakta devam ettiği halkla birlikteliğe giremeyen bir insan, acı şekilde kendini kandırır. Ezilenlerin safına katılan, halka yaklaşan; fakat onların attığı her adımda, ifade ettikleri her kuşkuda, sundukları her öneride “statü”sünü dayatmaya kalkışan kişi, kökenini özlüyor demektir.”**
Ben doğrusunu biliyorum, benim doğrumu bu cahil halk anlamıyor kibri, halk hak ediyor üstenciliği, çözüm şudur, çözüm için şu şekilde davranmalısın kuralcılığı, sadece ezenden yana mücadele ettiğini düşündüğü için kendisini koyduğu kahramanlık mertebesi, kurtarıcı misyonu ile davranma ezilen halkın kendisini ezenlere daha çok bağlanmasını hatta onlar gibi olmasını körükleyecektir.
Bir insan olarak ben özgürce ve insanca yaşamak istiyorum. Özgürlüğümü ve insanca yaşam istemimi engelleyen şey sömüren sömürülen ilişkisini meşrulaştıran verili sistemdir. Bu sisteme ezilenleri kurtarmak gibi soylu amaçlarla karşı değilim. Bu sisteme insanca yaşamamı engellediği için karşıyım. Ezilenler olmadan bu sistemi dönüştürmem ise olanaklı değildir. Görünen o ki benim özgürleşmeme engel olan bu sisteme karşı üzerime düşen mücadeleyi, özlediğim insani değerlerle çelişmeden bu değerleri bugünden yaşamayı talep ederek sürdürmem gerekmektedir.
Bu tür durumlarda hep gözümün önüne bir sendikacının vermiş olduğu mücadele gelir. Bu sendikacı ilk işe girdiği tarihten iki yıl sonra 1970’li yıllarda sendika şube başkanlığına aday olur. Seçimlerde iki oy alır. Birileri onunla alay eder, o aldırmaz. “Bu işler böyledir bizim oğlan” diye devam eder ve her seçimde ısrarla aday olmayı sürdürür. 1987 yılında şube başkanı, 1989 yılında sendika genel merkez genel sekreteri, 1992 yılında sendika genel başkanı seçilir. 1998 yılında da seçim kaybederek iş yerine işçi olarak döner. Emekli olana kadar işçi olarak çalışmaya devam eder. Seçim kaybettiğinde de küsmez. “Demokrasinin güzelliği budur bizim oğlan der” geçer. Demokrasinin güzelliklerinden birisi de fikrinin doğruluğuna inanların, kararlı ve ısrarlı olanların yenilgilerden ders alarak daha kararlı yürümesine fırsat tanımasıdır. Yeter ki demokrasinin ilk adımı olan seçimler barış içerisinde yapılsın, komşu komşuya düşman olmadan sonuçlansın. Fikrinde ısrar edenler, bu dünyayı kendisi için dönüştürmek isteyenler bir gün bu dönüşümün yolunu bulacaktır.
* Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, 8. Basım, çevirenler Dilek Hattatoğlu- Erol Özbek, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2003, s. 42.
** Freire, 2003, s. 40.
17 Mayıs 2023, Adaletin İş Yüzü, Evrensel Gazetesi