İşçi niye bir sendikaya üye olmak ister?
İşçiler tek tek işveren karşında pazarlık gücünden yoksundur. İşçi işverenle toplu pazarlıkta kendisini temsil edecek bir yapı olduğu için sendikaya girer. Bir işyerinde birden fazla sendika varsa işverenle masaya oturacak sendika yine işçiler tarafından belirlenecektir. İşçilerin yetkili sendikayı belirleme haklarına yasada sendika seçme özgürlüğü denilmiştir. Sendika seçme özgürlüğünün sahibi işçidir. Dolayısıyla hangi sendikanın yetkili olacağı bu özgürlüğün sahibi işçinin iradesine göre belirlenmelidir. Yetkili sendikayı belirleme sisteminden işçiyi etkisiz bırakmak sendika ve toplu sözleşme hakkının doğasına aykırıdır. Türkiye’de ise işçinin iradesini gerçek anlamda yansıtmayan yetki belirleme sistemleri normalleşmiştir.
Nasıl mı?
Türkiye’de 1963 yılından bugüne kadar yetkili sendikayı belirlemede belgeye dayalı sistem kabul edilmiştir. Sisteme göre, sendikalar iş kolu esasına göre kurulacaktır. İşçiler çalıştıkları işyerinin girdiği iş kolunda örgütlü sendikalardan birisini seçip üye olacaklardır. İşçilerin üye oldukları bu sendikalarından işyerinde yarıdan fazla üye yapan sendika yetkili sendika olarak işveren karşısında toplu pazarlığın tarafı olacaktır.
Bu sistem 1970’li yıllarda iflas etmeye başlamıştır.
Bu iflasın iki nedeni vardır.
Birincisi, işverenler çalışan sayısını gerçeğe aykırı bir şekilde bildirmişler, sendikanın sayısal çoğunluğa sahip olmasını engellemek için yetki başvuru tarihinde işçi alıp işçi çıkarmışlardır.
İkinci neden de işverenlerle ilgilidir. İşveren güdümünde örgütlenen sarı sendikalar sahte üyelikler yaparak işçilerin gerçekte tercih ettikleri sendikayı boşa çıkarmışlardır.
“Sahte üyelik”le sendikal işleyişin önüne hukuken de siyaseten de geçilmemiştir. İşverenin işine gelen bu hukuksuzluğa seyirci kalınmıştır.
Bir süre sonra işveren icazetiyle kurulmayan sendikalar da sarı sendikalarla baş edebilmek için sahte üyelikler yapmaya başlamış, sistem tıkanmış, uyuşmazlıklar yargıya yansımış, uzun yargı süreçleri sonunda işçiler istedikleri sendikalarda örgütlenemez hale gelmişlerdir.
Bir yargı kararına yansıyan olayda yetki için başvuran iki sendikanın toplam üyesinin iş kolunda çalışan toplam işçi sayısını aşmış olduğu saptanmıştır. İki sendikanın üye sayısının toplamının iş kolundaki toplam çalışandan fazla olması sahte üyeliğin matematiksel ifadesidir. Bu kesinliğe karşın mahkemenin, üye sayısı fazla olan sendikaya yetki verilmek zorunda kalınması sistemin iflasının da somut göstergesi olmuştur.
Yerel mahkemeler bu çarpık durumu içtihat yoluyla aşmıştır. İrade beyanı denilen bir yöntem geliştirmişler, işçilere hakim önünde hangi sendikaya üye olduklarını sorup zapta geçirerek sorunu çözmek istemişlerdir. Bu dönemde bir başka yöntem olarak referandum sistemi uygulanmış, her iki yöntemle yetkili sendikanın olabilecek en sağlıklı sonuçları verecek şekilde belirlenmesi olanaklı olmuştur. Ne var ki yerel mahkemelerin geliştirdiği iki yöntem Yargıtay’dan dönmüş, Yargıtay kararlarıyla çözümün önü tıkanmıştır.
12 Eylül darbesinden sonra kabul edilen 2822 sayılı yasa, kendince boşlukları doldurduğu iddiasıyla, yetki belirlemeye esas çalışan sayısının Çalışma Bakanlığının verilerine göre belirleneceği hükmünü getirmiştir. Kağıt üzerinde sistemin iki kanaldan beslenmesi beklenmiştir. Birincisi işverenler işçi alıp çıkardıklarında bunu bakanlığa bildireceklerdir. İkincisi ise sendikalar yaptıkları üyelikleri bakanlığa ileteceklerdir.
Bu sistem de işlememiştir. Çünkü işverenler işçi alıp çıkarmayı bildirme yükümlüklerine uymamışlardır. Bakanlık bu bildirimleri işleyecek bir birim oluşturamamıştır. Sonuçta sendika yetki için başvurduğunda bakanlık önce işverene yazı yazıp çalışan sayısını sormuş, işverenin bildirdiği sayıya göre yetki belirlemeye başlamıştır. İşverenler işlerine geldikleri gibi sayı bildirince bu durum yine yetki davalarını beraberinde getirmiş, yıllarca süren davalar sonucu yetkili ama üyesiz sendikalar ortaya çıkmış, bu uzun ve meşakkatli yetki sürecinde sendikalar üyelerini koruyamamışlardır.
2012 yılında “Türk endüstri sistemini özgürleştirme” amacıyla 6356 sayılı Toplu Sözleşme ve Sendikalar Yasası kabul edilmiştir. Bu yasa ise bu iddiasının tam aksi sonuçlar doğuran bir yetki sistemi kabul etmiştir. Çünkü sistem tümüyle ve yalnızca işveren bildirimlerine dayalı hale getirilmiştir. 6356 sayılı yasaya göre işyerinde çalışan sayısı işverenlerin SGK’ye yaptıkları aylık bildirgelere göre belirlenecektir. Üyelik ise adına e-devlet kapısı denilen bir sistemle yapılacak, bakanlık işverenin yapmış olduğu SGK bildirimlerindeki sayılar ve e-devlet kapısı üzerinden yapılan üyelikleri karşılaştırarak yetkili sendikayı tespit edecektir.
İşyerinin hangi iş koluna girdiği, çalışan sayısı işverenin SGK’ye yaptığı bildirimlerle saptanmaktadır. E-devlet kapısı üzerinden üyelik için işçinin SGK numarası zorunlu olduğundan, kayıt dışı çalışan işçilerin fiilen sendika üyesi olma hakları ortadan kalkmaktadır.
İşin en kötüsü de bu sistemle işveren kendi yaptığı bildirimlere de itiraz ederek yine süreci kolaylıkla tıkayabilmektedir.
Bu minvalde yüz ve vicdan kızartacak hukuk ayıpları olağan hale gelmektedir; birkaç örnek verelim:
Petrol-İş Sendikası 05.12.2014 tarihinde bir işletmede örgütlenme çalışması yürütür ve 92 işçiyi üye yaparak yetki belgesi alır. İşveren sendikanın yetkisine itiraz eder. İtirazında kendisi tarafından farklı iş kollarında gösterilen işyerlerinin aynı iş koluna girdiğini, yanlışlıkla farklı iş kollarından bildirim yaptığını ileri sürer. Yargılama 6 yıl sürer 6 yıl sonra işverenin yanlışlıkla iş kollarını farklı bildirdiği, sendikanın yetkisiz olduğu sonucuna ulaşılır. Sendikaya üye olan 92 işçi hedef olduğuyla kalır.
Birleşik Metal-İş Sendikası bu işyerinde örgütlenir. İşveren vekili yetkili olmayan mahkemede itiraz ederek süreci başlatır. Üstelik ilk duruşmada dava açtığı mahkemeye mahkemeniz yetkisizdir diyecek kadar pervasızlaşır.
Petrol-İş Sendikası 15.04.2019 tarihinde Tekirdağ’da bulunan bir işyerinde örgütlenme çalışması yürütür ve 56 işçiyi üye yaparak yetki belgesi alır. Yetkili mahkeme, Çorlu İş Mahkemeleri olmasına karşın, işveren aynı anda hem Çorlu’da hem de İstanbul’da sendikanın yetkisine itiraz eder. İstanbul’da açılan davada mahkemece dava dilekçesi taraflara çıkarılmadan dosya üzerinden “yetkisizlik” kararı verilir. Ancak açılan bu dava mahkemece sendikaya bildirilmediğinden sendikanın haberi yoktur. Çorlu İş Mahkemesinde yapılan yargılamada 1.5 yıl sonra yetkisizlik kararı verilir ve dosya yetkili mahkemeye gönderilir. İstanbul’da açılan davadan tesadüfen haberdar olan sendika, işverenin mahkemenin kararını 1.5 yıl tebliğe çıkartmayıp beklettiğini öğrenir. Mahkeme kalemi ise ne yapalım yasa böyle, talep olmadan tebliğe çıkartmıyoruz der.
Bir başka işveren 2004 yılında işyerinin işletme olduğunu ileri sürerek itiraz eder, bir süre sonra sendika işletme düzeyinde yetki tespiti yapınca bu kez işletme olmadığını işyeri olduğunu ileri sürer.
İşyerinde çift bordro yapan, çalışma sürelerine ilişkin yasal sınırlamalara uymayan, işçiyi keyfi biçimde baskılayarak çalıştıran, ücretini geç ödeyen, en küçük itirazda tazminatsız işçi çıkartan, haftalık çalışma süresini 63 saat uygulayıp, fazla çalışma göstermeyen veya kısmi olarak gösterip işçiye bordro imzalatan, kısaca işçinin emeğini yağmalamayı işveren olmanın gereği olarak gören işverenler yeminli sendika düşmanlığına sistemin açıklarını yol etmeye devam ediyorlar.
Kurduğu sistemin işverenlerce delik deşik edildiğini görmek istemeyen devlet, bu tavrıyla yeminli sendika düşmanlığının önünü açmış olduğunu da görmezden gelmeye devam ediyor.
Ucuz işçilik üzerinden rekabet üstünlüğü sağlama politikası, yeminli sendika düşmanlığı sıradanlaştırılarak sürüp gidiyor.
21. yüzyılda işçi hakları söz konusu olunca karşı karşıya olduğumuz manzara bu mu olmalıydı?