Bizim kuşak açısından bayramlar yaşlandığımızı anımsadığımız günlere dönüştü.
Bana “abi” dediklerinde gururlandığım yaşlardan, “amca” deyince şaşırdığım yaşlara hızla geldim.
Komşumuzun kızı var İdil. İdil dört yaşında ve ben onu kızdırmaktan inanılmaz zevk alıyorum. Geçen gün ellerini beline koyup bana bağırarak “Bundan sonra ben de sana dede” diyeceğim diye tehdit etti.
Amca denmesi şaşırtmış ne yalan söyleyeyim biraz da burkmuştu. Amca denildikten sonra sağa sola telefon açıp Karacaoğlan’a sığınmıştım. “Sakal seni cımbız ile yolayım/ Bir kız bana emmi dedi neyleyim”.
İdil’in gözlerinden alev çıkartarak bundan sonra sana dede diyeceğim demesi ise çok hoşuma gitti. “De kız yakışır, de” dedim. Ben sevinince bu kez İdil inat etti. Annesi babası duymasın dede desin diye çikolata da verdim, inatlaştı dede demedi.
Elli yaş ve üstü bir zamanlar bize çok yaşlı gözükürdü. Şimdi yetmiş yaşında ölenler için gençmiş diyoruz.
Demem odur ki, bayramlarda neşelendirmek için hediye verilen, “aferinlerle” başı okşanan yaşları çok gerilerde bıraktık. Artık ziyaret ediliyor, ellerimizden öpülüyor.
Bu bayram ben de ziyarete gelen gençlere odaklandım.
Bu gençler ne konuşuyorlar, dünyayı nasıl okuyorlar, nelerden besleniyorlar, nelere nasıl gülüyor, hangi dili kullanıyorlar?
Bir oyun gibiydi. Çok da hoşuma gitti.
Dört günde gençlik uzmanı olmadım. Gençleri tanıdığımı da söyleyecek değilim.
Dört günde gençleri tanımadım ama gençlere ne çok ön yargı ile baktığımı, ne denli haksız genellemelerle onları tanımladığımızı fark ettim. Üzüldüm.
Kıraç “Dadaloğlu” bozlağını okurken diyor ki; Muharrem Ertaş’a sormuşlar, bozlak nedir diye. Muharrem Usta demiş ki, “Bozlak gök kubbeye atılmış bir çığlıktır”. Bu çığlığı Muharrem Ertaş kendi üslubu ile, Cem Karaca kendi üslubu ile, Kıraç da kendi üslubu ile atmışlar. Aynı şeyi üç kuşak birbirinden farklı söylemiş.
Gençleri dinlediğimde gördüm ki onlar da kendi çığlıklarını kendi bildikleri gibi atmaya devam ediyorlar.
Bizim kuşağımızın beslendiği yerlerden beslenmiyor olabilirler, bizim bilgilendiğimiz gibi bilgilenmiyor da olabilirler. Bizim kullandığımız ritüelleri de kullanmıyorlar.
Örneğin babalarının yanında ayaklarını uzatıp, yatar gibi oturmak hiç de babalarına saygı duymadıkları anlamına gelmiyor. Onlar saygılarını sevgilerini babalarına “babiş” diyerek de gösterebiliyorlar.
Gençleri dinlediğimde umutlandım. Biz onların yeteneklerini görmesek de, biz kendi egomuza hapsolmuş, her iş bizle başlamış bizle bitecekmiş gibi düşünsek de, biz her şeyin en iyisini biz biliriz desek de, gençler bizden farklı, kendi çağlarına uygun bir dil inşa ederek gürül gürül var olma mücadelesi veriyorlar.
Aşık oluyorlar, bizim gibi değil, sevdiklerini söylüyorlar, bizim gibi değil, saygı gösteriyorlar bizim gibi değil.
Farkında değiliz ama, biz gençken bizim yaşımızda olan kendi yaşlılarımızdan biz de farklıyız. Biz de bizden öncekilerden farklı bir yaşlılık sürüyoruz. Belki de bizden önceki kuşakla ortak noktamız gençlerimizden yakınmamız. Onlar bizden, biz kendi gençlerimizden yakınıyoruz.
Dağıldım yazıyı toplayamıyorum.
Yani demem o ki ben bu bayram gençlere haksızlık ettiğimizi düşündüm. Ben bu bayram gençlerden umutlandım. Ben bu bayram gençleri üzdüğümüzü, küstürdüğümüzü, buna hakkımız olmadığını düşündüm.
Ben bu bayram İdil bana dede desin istediğimi iliklerimde duydum. Ben bu bayram yaşlandım.
6 Eylül 2017 / Adaletin İş Yüzü – Evrensel Gazetesi